şimdi nedense böyle birden anadolu hisarı üzerine yazma gereği duydum. aslında birden oluşan bir şey değil bu, itiraf ediyim. halihazırda bir şeyler duruyordu, yani bana hissettirdiği şeyler vardı, onları tam olarak toparladığımı dahi söyleyemem, sadece hissettirdiklerini, üzerinde fazla düşünmediğim, bir şekilde başlıklandırdığım ama içlerini doldurmadığım şeyler. zaten daha önce de, yani burayı oluşturmaya başladım birbuçuk yıllık süreçten beridir üzerine bir şeyler yazıyorum eski yazılara,bakıldığında bunun yoğunluğu net olarak görülebilir.
burada olan, süregelen şeyler pek de fazla değişmedi. muhtemelen yakın tarihle alakalı konuşursak, hani okulun açıldığı o ilk dönemlerdeki tatlı ihtiras ve öğrenci yoğunluğunun oluşturduğu ciddiyet ve hakim olma isteğini bir kenara bırakırsak benim yapmış olduğum gözlemlerin ben bu okula girmeden önce de aynı şekilde durduğunu söyleyebilirim herhalde. 2005 yılında da böyleydi burası, 2008'de de böyleydi, benim rahatsızlığıma depresyonuma etkisinin oldukça arttığı 2010 yılının sonlarında da böyleydi. yapabilecek, söylenebilecek fazla bir şey yok. benim buraya devam edebilmemi sağlayan tek etkeni bulmayı başarıp (başarmak nıhahaha!) bir şekilde sürdürebilmek için nedenler bulmam gerekiyordu. aslında bütün o yaşananlar sonucunda benim okulu bırakmam gerekiyordu. yaşadıklarımın, bunun sonucunda oluşan durumların olağan gidişatı bu şekildeydi. ama ben ne yaptım tabii, hayatımı sürdürebilmek için hepimizin ihtiyacı olduğu o sıfatlardan birine sığınmak durumunda kaldım. evet, ben öğrenciydim ve eğer öğrenci olmazsam hiçbir şeydim. bu benim için bir anlam ifade etmezdi de belki, ama dışarıdaki sosyo-ekonomik durum açısından oldukça fazla şey ifade ediyordu. hele hele hayatımın herhangi bir yaşam biçimi oluşturmak ve bu yaşam biçiminin içerisine yaratıcılık, bilgelik ve farkındalık eklemek için bana yüklenmesi gereken bir sıfatın bulunmasının o kadar da önemli olmadığını hatta bunların bir şekilde bana kambur oluşturduğunu gördüğüm şu dönemlerinde bunu net bir şekilde görebiliyorum. benim okula devam edebilmem şu durumda liberalizmin o ortak aklıyla bir yöne ulaşıyordu, bu yön şunu gösteriyordu: buradan fayda sağlamalıyım, burası yaşamımın ilerleyen dönemlerinde para kazanmama, tüketim olanaklarımın ve sosyo-ekonomik koşullarımın korunumuna fayda verebilecek bir yer. yani bu bir nevi insanın kendi ihtiaçlarını karşılayabilmesi için yetenek sahibi olduğu, erbabı olduğu bir durum, iş için kendi günışığını birilerine satması, başka birilerinin yüksek-ideal ekonomik çıkarları için kendi hayatının olanaklarından ve olabilirliklerinden vazgeçmesi anlamına geliyor. tabii çok sevgili sistemimizin bize öğrettiğine göre toplumda fark yaratacak insanlar bir şekilde kendini belli ediyor, kendini gerçekleştiriyor ve toplumun gidişatına yön veriyor. bu da sosyal darvinizmle açıklanıyor ve kapitalizmin insan doğasına çok uygun ve en yakın yaşam döngüsünü oluşturan güzide bir işlev olduğunu anlatıyor. sürekli biriktirerek, doğada hiçbir canlının yapmadığı bir şeyi yaparak, o biriktirdiğimiz şeylerin bize sahip olmasına neden olarak kendi doğamıza en uygun şeyi yaşıyoruz. bir kısım yaratıcı! insan yarattıkları ve biriktirdiklerinin egosunun sağladığı o yüce güç duygusuyla bizlerin üzerinde egemenlik kuruyor. biz de onların başarı öykülerine öykünüyor ve hayran oluyoruz, tapıyoruz. bugün faşizm hakkında konuşabiliyoruz, ona bok atabiliyoruz. sokaktaki hemen hemen her bireyin faşizm üzerine bir fikri var. en azından görüldüğü yerde kafası ezilmelidir falan diyebiliyoruz. terörizm de aynı şekilde. peki neden kapitalizm hakkında konuşamıyoruz. tam olarak merkezinde yaşadığımız şey hakkında neden böyle bir tutulma ve körlük yaşıyoruz? çünkü kazandığımız ölçüde sınırsız tüketim hakkımız var. istediğimiz herhangi bir şeyi tüketebildiğimiz içinse kendimizi özgür zannediyoruz, her şey elimizin altındaymış gibi geliyor. kendi insani ideallerimizi ve doğamızı araştırma veya algılama durumunu seçtiğimizde ya da bilinçaltımızın artık yüklerini taşıyamayacak duruma geldiğini gördüğümüzde, ağır bedeller ödediğimizde dahi pek çoğumuz mikro düzeyde düşünüyoruz. sadece kendimizi düşünüyoruz. ya da ahmet'i hüseyin'i gülşen'i falan düşünüyoruz. hislerimizi, günlük kaygılarımızı düşünüyoruz. at gözlükleri giyinmiş gibiyiz. toplum içerisinde ne olduğumuzu veya yaşadığımız problemlerin sürekli kendini tekrar ettiğini gördüğümüzde ve neden tekrar ettiğini kendi kendimize sorduğumuzda belki de bir kapıyı aralamış oluyoruz. yaptığımız şeyin ne kadar anlamsız ve ilişkisiz olduğunu gördüğümüzdeyse aslında dışarıdaki milyarlarca insanla beraber bir simülasyonun içerisinde olduğumuzu farkediyoruz. her şeye rağmen sınırsız tüketim olanaklarına sahip olmak, aç kalmamak ve hilkat garibesi gibi görünmek istemiyorsan, dışarıdaki herkesin giyindiği maskeyi takın, sorumluluklarını unutma, makineye katıl.
bugün bunları yazmama vesile olan şey aslında yine bir devam sıkıntısıyla alakalı. ben bugün bana belki de insani açıdan en yakın gözüken birkaç dersten birine deutsch 3 dersine gitmedim. aslında şimdi baktığım zaman vizelerden beri sadece 2 derse girmiş olduğumu görüyorum. ilk iki hafta hoca gelmedi, bir hafta zaman değişikliğinden haberdar olmadığım için ben dersi kaçırdım, şimdiyse ben gitmedim. bu dışarıdan yüklenen sorumluluklarla alakalı, ben şayet okulu bitirme ve fayda sağlama kararı almışsam herhangi bir çok özel nedenim yoksa devamlılığı mümkün olabilecek maksimum düzeye çekmeliyim ve katiyen bu sınırların dışına çıkmamalıyım. ama halen dahi bunu yapmadığım zamanlar oluyor işte. bu da o zamanlardan biriydi. kaldı ki vizesinden 85 aldığım bir sınavın fianlinde de aynı başarıyı setgileyeceğimin, hatta 50 sınırını dahi geçebileceğimin bir garantisi yok. bazı hocaların durumunu görmekse beni bu fikirden uzaklaştırmaya neden olabiliyor. bu zaman içerisinde bulunduğum bir derste ancak meslek lisesinde kadrosuz öğretmen olabilecek kadar vizyon ve ufuk sahibi olan öğretim görevlilerinin bizlere ahkam kesme ve gelecek hakkında elle tutulur, muazzam! fikirler vermelerini görmek gerçekten hayal kırıklığına uğratıcı ve yokedici. öğrencilerin, özellikle 10 yıllık eğitim sisteminin biriktirdiklerinin kafa sikici ve ketlediği bilgilerle buralara kadar seçilerek gelmiş öğrencilerin seviyelerini kendilerine belirterek neden yapamıyorsunuz allah allah yeteneklisiniz de diye belirten üniversite hocalarının olduğu yerde kimden ne beklenebilir ki. devam ediyorum, çünkü dışarıda tüm bu olup bitenlerden kendimi soyutlayarak yaşamamın, özellikle herhangi bir birlik içerisinde yaratıcı sosyal paylaşımlar olmadan ya da sistemin en azından sağladığı oynama ve acı verici şekilde oyalanma olanakları olmadan, dışarıda bir şeyler olduğumu belirten o kimlik olmadan yaşayabilmenin bedellerini ödeyebilecek vaziyette hissetmiyorum kendimi. yarı zamanlı kölelik oluşturan bu dişlilerde, milyarlarca insanın içerisinde olduğu bu düzlemde sadece bir çiviyim, vazgeçersem o da değilim. bu döngüde, bizlere herkesin kendisi için yaşadığı belirtilen ama aslında sadece dünya devleri kar etsin diye yeteneklerimizi sattığımız bu döngüde, aşılanan idealler uğruna yaşamış biri kendisine ve doğasına yabancı biri olarak ölür, ama hepimiz onu iyi biliriz.
neyse, ben alev hocaya bugün ki dersle alakalı bir mail atayım en iyisi. ne anlatıcaktım, nerelere gitti. belki de böyle olması gerekiyordu.
28 Aralık 2011 Çarşamba
26 Aralık 2011 Pazartesi
naber lan mercan adası sakini
sevgili günlük. biliyorum aylardır uğramıyorum, bir şeyler yazmıyorum, fikirlerimi, düşüncelerimi, duygularımı, aklımdan geçenleri burada harf dediğimiz sembollerle somut hale getirip diğer insanların da ulaşabileceği bir şekle büründürmüyorum. geçen bu birkaç ayda aslında çok da fazla paylaşmak istediğim, somutlaştırmak istediğim bir şey olmadı. daha çok bir arayış hakimdi. ben daha nasıl, ne şekilde olaylara, durumlara yön verebilirim, yorumlayabilirim, içinde bulunabilirim, katkıda veya yıkımda bulunabilirim, hayatımdaki öncelikler tam olarak neler, daha önce yaşadıklarım neyle bağlantılıydı ve içerisindeki değerlendirmelerde, düşüncelerde, hatıralarda, yaşanmışlıklarda işe yarar, elle tutulur, hak verilir, doğruluk payı teslim edilir neler vardı, tam olarak bunları anlamaya, unutmaya ya da keyif verici bir hale büründürmeye, daha fazla zarar vermemesine yönelik bir takım önlemler almaya doğru bir yön içerisine girdim. yani aslında aktif olarak herhangi bir şey yapmadım, pasif durmaya ihtiyacım vardı, öyle olduğunu düşünüyordum veya içerisinde yaşadıklarım, etkilendiklerim, anladıklarım veya anlayamadıklarım bunu gerektiriyordu, bunu da bilemiyorum. umut sarıkaya'nın bazı yazılarında yaptığı gibi çok taşaklı konular bunlar efenim şimdi ben tam emin değilim hele bir şunlar hakkında tam bir fikir sahibi olayım o zaman her şeyi daha net olarak sizinle paylaşıcam, yazayım ben böyle de diyebilirim. ne yaparsak yapalım yine aynı umut sarıkaya'nın dediği gibi genel olarak yazdıklarımız bir nevi kendi keyfimizin kahyalığını yapıyor. umut sarıkaya böyle tam olarak böyle söylememiş de olabilir, yine tam olarak emin değilim ama sonuçta söylemiş olduğu, belirtme ihtiyacı duyduğu şey yine tam olarak bu noktaya çıkıyor. zaten umut sarıkaya'da uzun zamandır yazmıyor, çiziyor sadece.
bugün bu yazıyı bir anda yazmaya başlamamın sebebi aslında sistem düşmancıkları. yanlış anlaşılmasın tabii, elhamdülillah içerisinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik düzenin insanı kendi doğasına yabancılaştırdığının, tamamen faydacı ve çıkarcı bireyler haline getirdiğinin, mutsuz kıldığının ve şu an daha aklıma gelmeyen bilumum insani davranışı ve eylemleri olumsuz, hastalıklı hale getirdiğinin farkındayım. neyse, bu sistem düşmancıkları kendi kendilerine bir şekilde bir yol bulmuş, içerisinde bulunduğumuz düzlemi kendi algı kapakçıklarıyla idrak etmiş ve bunu yorumlayıp uygulamada son derece eksik ve etkisiz kaldığı için, tam olarak anlayamadığı için yahut anladığını zannettiği o ulvi fikir ve eylemlerden anladığı tek şey keşfettiği kültürü tüketmek, bir başkası gibi giyinmek, bir başkası olmak, başkasının kelimelerini, düşüncelerini, fikirlerini, kullanmak ya da başka bir deyişle ambalaj olduğu için bir yandan da böyle bir götverenlik, snobluk, toplumun algı düzeyinin çok üzerindeyim, kimse tarafından anlaşılamaz ve yalnız bir durumdayım düşüncelerinin yarattığı bir dünyada yaşadığı için bu amcıklar hakikaten yaşam zararlısıdırlar. bu poserlar gerçekten bir şeyleri anlamış, idrak etmiş, insan doğasının ve varlığının özüne dönmek isteyen, her şeyi yok etmek isteyen ama bunu tamamen insanın doğasına olan özlemini derin bir sevgiyle gidermek için arzuyla düşleyen ve kendi kendilerince bir tavır geliştirmiş ve bu tavır içerisinde de yenilikler sunmuş veya sunma yolundaki insanlara zarar vermekte, yanlış anlaşılmalarına, içlerinin boşaltılmasına neden olmaktadırlar. toplumun algı düzeyinin çok üstünde olduklarını bu nedenle toplumun kendilerini anlayabilmelerinin ve onun da bu topluma adapte olabilmesinin imkansız olduğunu zanneden bu sistem düşmancıkları, kendi yaşam alanlarını koruyabilmek, kendilerini ifade edebilmek için yine bütün o nefret ettikleri kişilerin uyguladıkları yöntemleri uygulamaktadırlar. bir de bunlarda inanılmaz boyutlarda bir benlik yüceltmesi, ego patlaması vardır. kendisi gibi kimsenin düşünemeyeceğini, anlayamayacağını, herkesin zavallı olduğunu falan düşünürler. şu etek çok güzelmiş yaaa ne güzel o puntolu muntolu diyen ruhundaki boşlukları yeni aldığı ürünlerle, metalarla doldurmaya çalışan, reklamlarda gördüğü ürünlere para saçan masum bir kurbandan herhangi bir farkları yoktur, masum olmamaları dışında tabii. velhasıl bu götverenlerin tek istediği ulaşabileceği maksimum tüketim düzeyine ulaşmak, hazların ve zevklerin doruğunda gezinmek, egolarının ve benlik seviciliklerinin patlayacak kadar şişmiş halde bulunmasıdır. kendilerini adeta bir übermensch, bir yarıtanrı olarak gören bu amınevlatları kapitalizmin sınırsız tüketim anlayışının yarattığı über canavarlardır. toplum ve insanalrın genel faydaları için istediğini düşündüğü şeylerin pekçoğunu aslında kendi bireysel tatminleri için isterler. onun bunun parasını yerken, sistemin bütün kaymağını ciğerlerine çekerken bunun insanı kötü etkilediğini, canavara çevirdiğini, hapsettiğini ve doğasından uzaklaştırdığını söylemek, bu şekilde atıp tutmak kolay. birkaç haftada harcadığın parayı kazanmak için birkaç ay o söylediğin şeyleri oluşturan durumların içerisinde bulunsan sinirden mecazi anlam bulunmadan kendini sikersin herhalde, kepaze seni.
bu yazıyı bütün kendini birbok zanneden ve istedikleri herhangi bir şeyi tüketerek, kopya ederek bir canavar haline gelerek elde edebileceklerini düşünen amın evlatlarının hayratına gönderiyorum. tez geberin de doğa sizin gibi zararlılardan kurtulsun amk.
bugün bu yazıyı bir anda yazmaya başlamamın sebebi aslında sistem düşmancıkları. yanlış anlaşılmasın tabii, elhamdülillah içerisinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik düzenin insanı kendi doğasına yabancılaştırdığının, tamamen faydacı ve çıkarcı bireyler haline getirdiğinin, mutsuz kıldığının ve şu an daha aklıma gelmeyen bilumum insani davranışı ve eylemleri olumsuz, hastalıklı hale getirdiğinin farkındayım. neyse, bu sistem düşmancıkları kendi kendilerine bir şekilde bir yol bulmuş, içerisinde bulunduğumuz düzlemi kendi algı kapakçıklarıyla idrak etmiş ve bunu yorumlayıp uygulamada son derece eksik ve etkisiz kaldığı için, tam olarak anlayamadığı için yahut anladığını zannettiği o ulvi fikir ve eylemlerden anladığı tek şey keşfettiği kültürü tüketmek, bir başkası gibi giyinmek, bir başkası olmak, başkasının kelimelerini, düşüncelerini, fikirlerini, kullanmak ya da başka bir deyişle ambalaj olduğu için bir yandan da böyle bir götverenlik, snobluk, toplumun algı düzeyinin çok üzerindeyim, kimse tarafından anlaşılamaz ve yalnız bir durumdayım düşüncelerinin yarattığı bir dünyada yaşadığı için bu amcıklar hakikaten yaşam zararlısıdırlar. bu poserlar gerçekten bir şeyleri anlamış, idrak etmiş, insan doğasının ve varlığının özüne dönmek isteyen, her şeyi yok etmek isteyen ama bunu tamamen insanın doğasına olan özlemini derin bir sevgiyle gidermek için arzuyla düşleyen ve kendi kendilerince bir tavır geliştirmiş ve bu tavır içerisinde de yenilikler sunmuş veya sunma yolundaki insanlara zarar vermekte, yanlış anlaşılmalarına, içlerinin boşaltılmasına neden olmaktadırlar. toplumun algı düzeyinin çok üstünde olduklarını bu nedenle toplumun kendilerini anlayabilmelerinin ve onun da bu topluma adapte olabilmesinin imkansız olduğunu zanneden bu sistem düşmancıkları, kendi yaşam alanlarını koruyabilmek, kendilerini ifade edebilmek için yine bütün o nefret ettikleri kişilerin uyguladıkları yöntemleri uygulamaktadırlar. bir de bunlarda inanılmaz boyutlarda bir benlik yüceltmesi, ego patlaması vardır. kendisi gibi kimsenin düşünemeyeceğini, anlayamayacağını, herkesin zavallı olduğunu falan düşünürler. şu etek çok güzelmiş yaaa ne güzel o puntolu muntolu diyen ruhundaki boşlukları yeni aldığı ürünlerle, metalarla doldurmaya çalışan, reklamlarda gördüğü ürünlere para saçan masum bir kurbandan herhangi bir farkları yoktur, masum olmamaları dışında tabii. velhasıl bu götverenlerin tek istediği ulaşabileceği maksimum tüketim düzeyine ulaşmak, hazların ve zevklerin doruğunda gezinmek, egolarının ve benlik seviciliklerinin patlayacak kadar şişmiş halde bulunmasıdır. kendilerini adeta bir übermensch, bir yarıtanrı olarak gören bu amınevlatları kapitalizmin sınırsız tüketim anlayışının yarattığı über canavarlardır. toplum ve insanalrın genel faydaları için istediğini düşündüğü şeylerin pekçoğunu aslında kendi bireysel tatminleri için isterler. onun bunun parasını yerken, sistemin bütün kaymağını ciğerlerine çekerken bunun insanı kötü etkilediğini, canavara çevirdiğini, hapsettiğini ve doğasından uzaklaştırdığını söylemek, bu şekilde atıp tutmak kolay. birkaç haftada harcadığın parayı kazanmak için birkaç ay o söylediğin şeyleri oluşturan durumların içerisinde bulunsan sinirden mecazi anlam bulunmadan kendini sikersin herhalde, kepaze seni.
bu yazıyı bütün kendini birbok zanneden ve istedikleri herhangi bir şeyi tüketerek, kopya ederek bir canavar haline gelerek elde edebileceklerini düşünen amın evlatlarının hayratına gönderiyorum. tez geberin de doğa sizin gibi zararlılardan kurtulsun amk.
25 Eylül 2011 Pazar
mersin.
mersin hakkında son zamanlarda çocukluğumdaki gibi olumlu şeyler düşünemiyordum. burada çocukluğum gerçekten hareketli, mutlu ve sevilen insanlarla beraber geçti. daha sonrasındaysa kişiliğin gelişimiyle, farklı fikirlerin edinimiyle, olaylara ve yaşananlara farklı yorumlar getirmemle buradaki insanların bunu farkedememesinden oluşan ve belki de yetişkinliğe erişmiş bir bireye hala çocukmuşçasına davranmalarından dolayı epey aram açıldı burasıyla. gittikçe aram açıldı, uğramak istemedim, buradaki insanları görmek istemedim ve bunu sonucunda daha az gelir oldum buralara. şimdi geriye doğru baktığımda bunun yaşanmasının aslında son derece doğal ve gerekli olduğunu görüyorum. insanlar böyle büyüyor, böyle birbirinden ayrılıyor ve böyle birer birey haline geliyor.
bugünlerde mersin'e daha fazla geliyorum. bunun en önemli sebebi sanırım yaşadığım bu değişim ve yenilenim sürecinin buradakiler tarafından da birazcık da olsun anlaşılabilmesi, kendime ayırdığım zamanı anlayabilmeleri, ya da şöyle diyeyim, kendileriyle 24 saat aynı şeyleri yapmamın beni ne kadar bunalttığını görebilmeleri, benim açımdansa diğerlerinin fikirlerini ve düşüncelerini artık onaylamak ve hepsini dinlemek zorunda kalmadan beraber güzel vakit geçirmeyi öğrendiğimi veya öğrenme aşmasına geldiğimi görmem ve bunları gerçekten yaşam tecrübesi olarak yaşayabilmem, belki de en önemlisi gerek benim gerek burada beraber vakit geçirdiğim insanların farklı düşünerek de, farklı algılayarak da beraber yaşayabilececeğimizi öğrenmemiz burayı en azından yeniden vakit geçirebilecek, istanbul dışında nefes alınabilecek bir yer yaptı benim için. özellikle sahildeki kafeleriyle, barlarıyla, yeni hizmete giren marinasıyla ve restoranlarıyla yaşanılabilecek, dinlenilebilecek bir yere dönüştü mersin. tabii çok da fazla bokunu çıkarmamak lazım her şey gibi, daha sonra yaşanabilecek bazı şeyler yine de hayal kırıklığı yaratabilir, aynı şeyleri hissetmeyebilirim. ama en azından son bir ay içerisinde burada geçirdiğim vakitler şu an böyle hissedebilmeme yardımcı oluyor, bunu söyleyebilirim. kampüsle beraber belirli bir disiplini oturtabilirsem gerçekten zor olduğu kadar insanlarla barışık ve bir şeyleri yapabilmenin vermiş olduğu iyi hislerle geçirilebilecek birkaç yılım olabilir.
son olarak burada yazdığım yine bir şarkı sözünü buraya koyarak bir şekilde kayıt altına alabilmeme yardımcı olacak iki tane paragraf yazdım. bunu başka bir şekilde bağlayabilirdim ama ablamın bilgisayarına yazdığım şiirimsi şeyi daha sonra bestelenmesi üzerine kayıt altına almak için yazdığım bu düşünce akışını daha farklı ifade etmek istemedim şimdi marina'da paris düşerken okuyarak devrimci damarlarımı genleştireceğim. şarkıda da dediği gibi: belki yeniden mersin'i bile severim :)
hiç denizsiz bir şehirde yaşayabileceğini düşündün mü
dalgaların sesini duymadan sabahın erken saatlerinde
deniz senin için uçsuzluğuyla umudun yansımasıdır, bilirim
eskiden zamanı hızlandırmak için her şeyi verebilirdin
şimdiyse onu yavaşlatıp her dakikayı anlamak istiyorsun
böyle olursa yeniden değişebileceğini düşünüyorsun, bilirim
karşında deniz
içinde sevgi
belki başlayabilirsin yeniden
bir yanda uçurum
bir yanda gökyüzü
bir şansın daha var
başlayabilmek için, yeniden.
hayat bir oraya bir buraya sürüklerken akışıyla
bütün bu çaba bir şeylere tutunabilmek içindir
anlayabildiğinde insanları yeniden seversin, bilirim.
bugünlerde mersin'e daha fazla geliyorum. bunun en önemli sebebi sanırım yaşadığım bu değişim ve yenilenim sürecinin buradakiler tarafından da birazcık da olsun anlaşılabilmesi, kendime ayırdığım zamanı anlayabilmeleri, ya da şöyle diyeyim, kendileriyle 24 saat aynı şeyleri yapmamın beni ne kadar bunalttığını görebilmeleri, benim açımdansa diğerlerinin fikirlerini ve düşüncelerini artık onaylamak ve hepsini dinlemek zorunda kalmadan beraber güzel vakit geçirmeyi öğrendiğimi veya öğrenme aşmasına geldiğimi görmem ve bunları gerçekten yaşam tecrübesi olarak yaşayabilmem, belki de en önemlisi gerek benim gerek burada beraber vakit geçirdiğim insanların farklı düşünerek de, farklı algılayarak da beraber yaşayabilececeğimizi öğrenmemiz burayı en azından yeniden vakit geçirebilecek, istanbul dışında nefes alınabilecek bir yer yaptı benim için. özellikle sahildeki kafeleriyle, barlarıyla, yeni hizmete giren marinasıyla ve restoranlarıyla yaşanılabilecek, dinlenilebilecek bir yere dönüştü mersin. tabii çok da fazla bokunu çıkarmamak lazım her şey gibi, daha sonra yaşanabilecek bazı şeyler yine de hayal kırıklığı yaratabilir, aynı şeyleri hissetmeyebilirim. ama en azından son bir ay içerisinde burada geçirdiğim vakitler şu an böyle hissedebilmeme yardımcı oluyor, bunu söyleyebilirim. kampüsle beraber belirli bir disiplini oturtabilirsem gerçekten zor olduğu kadar insanlarla barışık ve bir şeyleri yapabilmenin vermiş olduğu iyi hislerle geçirilebilecek birkaç yılım olabilir.
son olarak burada yazdığım yine bir şarkı sözünü buraya koyarak bir şekilde kayıt altına alabilmeme yardımcı olacak iki tane paragraf yazdım. bunu başka bir şekilde bağlayabilirdim ama ablamın bilgisayarına yazdığım şiirimsi şeyi daha sonra bestelenmesi üzerine kayıt altına almak için yazdığım bu düşünce akışını daha farklı ifade etmek istemedim şimdi marina'da paris düşerken okuyarak devrimci damarlarımı genleştireceğim. şarkıda da dediği gibi: belki yeniden mersin'i bile severim :)
hiç denizsiz bir şehirde yaşayabileceğini düşündün mü
dalgaların sesini duymadan sabahın erken saatlerinde
deniz senin için uçsuzluğuyla umudun yansımasıdır, bilirim
eskiden zamanı hızlandırmak için her şeyi verebilirdin
şimdiyse onu yavaşlatıp her dakikayı anlamak istiyorsun
böyle olursa yeniden değişebileceğini düşünüyorsun, bilirim
karşında deniz
içinde sevgi
belki başlayabilirsin yeniden
bir yanda uçurum
bir yanda gökyüzü
bir şansın daha var
başlayabilmek için, yeniden.
hayat bir oraya bir buraya sürüklerken akışıyla
bütün bu çaba bir şeylere tutunabilmek içindir
anlayabildiğinde insanları yeniden seversin, bilirim.
22 Eylül 2011 Perşembe
iyi hissetmiyorum
her ne kadar bir günlük olsa da burası, yani günlük olarak kullanma konsepti üzerine oturtmuş olsam da "iyi hissetmiyorum" diye bir başlık altına bir şeyler karalayacağımı düşünmemiştim hiç. aslında iyi hissetmiyorum'u biraz açtığım zaman içerisinde bolca kaybedilmiş bir hayat sonrası, ya da sıfırlanmış eksi hanelere düşmüş bir sosyal hayat sonrası onu tekrar oluştururken yaşadığım sıkıntıları ve sıkışmışlık hissini yaşıyorum, anlatmaya çalışıyorum.
aradan uzun bir süre geçmiş en son kaydı yaptığımdan beri. en son o kayıda baktığımda, sadece okumak, okumak ve okumak istiyorumu gördüğümde bir garip hissettim şimdi kendimi. çünkü aynı hissiyatta değilim. alıştığım, sürdürdüğüm hayat düzeninin bu şartlar altında tekrar eski düzenine dönebilmesi için değişmesi, bir dinamizm kazanması gerekiyor. bu da bol bol dışarıda olmayı, ehliyetim bulunmadığı içinse yollarda, otobüs kenarlarında bulunmayı gerektiriyor. dün geçirdiğim uzun yolculuklarda 6 albümü baştan sona dinledim. bu da 4-5 saatimin rahat bir şekilde trafikte geçtiğini gösteriyor. tüketim odaklı tembelliğe dayanan bir yaşamı herhangi bir disiplin içine girerek kırmam gerekiyordu. kitap okumak için, şarkı sözleri yazmak için, buraya girip bir şeyler kaydetmek için gerekli olan motivasyonumu kaybetmiştim. tekrar elde edebilmem içinse biraz o pek hazzetmediğim şeylere geri dönmek zorundayım. şu an içinde bulunduğum koşullar, beni dışarıda bekleyen hayat, insanlar, mekanlar, sorumluluklar ve zorunluluklar maalesef bunlar. hoşnut muyum, iyi mi hissediyorum? hayır kesinlikle kötüyüm. son iki terapi seansımın yarısında kendimi suçladığımı anlatırken, sorunlarımın içinde boğulduğumu anlatırken, aile yaşantımı ve ilaç kullanımı tekrar tartışmaya açarken ağlama nöbetleri geçirdim. arkadaşlarıma, daha doğrusu arkadaş olmak istediğim insanlara yakınlaşmak, bir şeyler paylaşmak, güleryüzlü olmak istiyorum, ama egoları çok fazla büyümüş, gözlerinden kıvılcımlar fışkıran bu insanlar, boşa savrulan enerjilerini tüketimle sınıf edinme kaygısı içerisinde panik ve kusurlarını örtme uğraşı içerisindeyken, birbirlerini düşman kökenli rakip olarak görürlerken bunu becerebildiğimi, becerebileceğimi sanmıyorum. evet, insanların belirli bir şeyler üretme, enerjilerini bir şeylere kanalize etme arzuları var, bu insanın doğasında, yaratılışında var. ama insanların doğasında kahramanlık olduğunu, bir şeyler ispatlama kaygısı olduğunu, birbirlerini düşman olarak görme olduğunu zannetmiyorum. zaten kendi türünü öldürebilen doğadaki tek canlı türü olmamız da bunu bir şekilde bizlere gösteriyor.
kendime güvenimi tekrar kaybettim ve iyi hissetmiyorum.
aradan uzun bir süre geçmiş en son kaydı yaptığımdan beri. en son o kayıda baktığımda, sadece okumak, okumak ve okumak istiyorumu gördüğümde bir garip hissettim şimdi kendimi. çünkü aynı hissiyatta değilim. alıştığım, sürdürdüğüm hayat düzeninin bu şartlar altında tekrar eski düzenine dönebilmesi için değişmesi, bir dinamizm kazanması gerekiyor. bu da bol bol dışarıda olmayı, ehliyetim bulunmadığı içinse yollarda, otobüs kenarlarında bulunmayı gerektiriyor. dün geçirdiğim uzun yolculuklarda 6 albümü baştan sona dinledim. bu da 4-5 saatimin rahat bir şekilde trafikte geçtiğini gösteriyor. tüketim odaklı tembelliğe dayanan bir yaşamı herhangi bir disiplin içine girerek kırmam gerekiyordu. kitap okumak için, şarkı sözleri yazmak için, buraya girip bir şeyler kaydetmek için gerekli olan motivasyonumu kaybetmiştim. tekrar elde edebilmem içinse biraz o pek hazzetmediğim şeylere geri dönmek zorundayım. şu an içinde bulunduğum koşullar, beni dışarıda bekleyen hayat, insanlar, mekanlar, sorumluluklar ve zorunluluklar maalesef bunlar. hoşnut muyum, iyi mi hissediyorum? hayır kesinlikle kötüyüm. son iki terapi seansımın yarısında kendimi suçladığımı anlatırken, sorunlarımın içinde boğulduğumu anlatırken, aile yaşantımı ve ilaç kullanımı tekrar tartışmaya açarken ağlama nöbetleri geçirdim. arkadaşlarıma, daha doğrusu arkadaş olmak istediğim insanlara yakınlaşmak, bir şeyler paylaşmak, güleryüzlü olmak istiyorum, ama egoları çok fazla büyümüş, gözlerinden kıvılcımlar fışkıran bu insanlar, boşa savrulan enerjilerini tüketimle sınıf edinme kaygısı içerisinde panik ve kusurlarını örtme uğraşı içerisindeyken, birbirlerini düşman kökenli rakip olarak görürlerken bunu becerebildiğimi, becerebileceğimi sanmıyorum. evet, insanların belirli bir şeyler üretme, enerjilerini bir şeylere kanalize etme arzuları var, bu insanın doğasında, yaratılışında var. ama insanların doğasında kahramanlık olduğunu, bir şeyler ispatlama kaygısı olduğunu, birbirlerini düşman olarak görme olduğunu zannetmiyorum. zaten kendi türünü öldürebilen doğadaki tek canlı türü olmamız da bunu bir şekilde bizlere gösteriyor.
kendime güvenimi tekrar kaybettim ve iyi hissetmiyorum.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
olan biten
şu sıralarda çok fazla okumak, okumak ve okumak istiyorum. bu kaybettiklerimi belki de telafi edebileceğim tek yöntem gibi geliyor bana. hayatı ancak bu şekilde çoğaltabiliyorum. sıradan ve modern hayatın içine hapsolmuş insanların yerine iyi oturtulmuş bir hikayenin karakterleriyle saatlerce vakit geçirebilirim. bunu tercih ettiğim için de zaten bu bunaltıcı 2011 yazını emperyalizmin sığınakları starbucks, nero gibi mekanlarda kitaplarımla geçiriyorum.
terapiye başladım tekrar. bu hafta ikinci seansa gittim hatta. karşımdaki terapisti görünce özellikle son dönemlerde kendi kendime defalarca sorguladığım değerler gözümün önünde somutlaştı. ona abilerden, umut sarıkaya'dan bahsettim. bu ikisini de ilk defa yaptığımız seansta duyduğunu söyledi. evde yaşadığım sorunlara, anomi durumu içerisinde ve derecesinde yaşadığım durumlara da oldukça yabancı duruyordu ve terapinin hakimiyetini elinde bulundurmadığını, sadece notlar alarak beni takip etmeye çalıştığını gördüm. anlamlandıramadım. bir insanın, bir terapistin ülkesindeki genel sosyolojik kavramları bilmesi ve takip etmesi kesinlikle bir zorunluluktur. terapistin insanları toplumsal olarak bu kadar yaygın ve bilinen olguları benim gibi terapinin karşı tarafında epey deneyimli olan biri için oldukça hayal kırıklığıydı. ona hayatıyla ilgili sorular sordum. 26 yaşında olduğunu, 21 yaşında psikoloji bölümünden mezun olduğunu, annesinin de aynı zamanda terapist olduğunu söyledi. bu kadının kesinlikle türkiye'de değil türkiye'nin içerisinde izole edilmiş yüksek tabaka hayatı yaşadığı ve benim gibi bir şekilde sistemin içerisine entegre olamamış veya reddetmiş insanların sorunlarını çözüyormuş gibi yaparak, uzmanmış gibi yaparak her hafta aylık bir yüzme havuzu üyeliği kadar danışanlarından para aldığını, iki koltuk arasındaki farkın sadece ailesel, maddi ve çevresel olduğunu görmek bu insanlara çok ağır dönemler geçirirken duyduğum saygıyı yok etti. bir sürü doktor gördüm, psikolog gördüm ve onların toplum yapısıyla ne kadar az ilgilendiklerini ve ne kadar az bilgi sahibi olduklarını anladığımdaysa bu ülkenin insanları için, geleceği için o kadar olumsuz bakış açıları edindim. daha önce söylemiş de olabilirim belki, bu ülkenin sosyolojik, etnik-kültürel ve ekonomik yapısından kaynaklanan sebepler nedeniyle insanlar "deli" doktorları tarafından iyileştirilmeye, daha iyi hale getirilmeye çalışılmıyor, sadece sisteme entegre edilmeye çalışılıyor. insanlar kendilerinne ne kadar yabnacılaşmışlarsa yabancılaşsınlar, sosyal hayatları ne kadar sakat kalmış olursa olsun vermeleri gereken tepkileri veremeyecek duruma düşerlerse düşsünler, sistem içinde devamlılık sağlayabiliyorlarsa ve rahatsızlıklarının farkında değillerse onlar elbette parmakla gösterilecek, nişaneler edinecek örnek insanlardır!!
yüzme havuzundan bahsetmişken, artık gerçekten şu savsaklığı atlatıp ağustos'un kalanını mümkünse faruk ılgaz'da güneşlenerek geçirmek oldukça iyi olacaktır benim için. yaptığım diyetinse olumlu geçtiği söyleyebilirim. şimdilik 113 (böyle yazınca kendimi kötü hissettim, lakin yaz başında 118 kilo olduğum gerçeği var) kiloyum ve 110'un altına düştüğümde, muhtemelen sadece günlük yaşam ve diyet hakkında bir blog daha açabilirim. artık okul düzeni içerisinde, okula devam etme kararı almış bulunduğum için de kendimi yavaş yavaş hazırlamalıyım neredeyse iki senedir uzak kaldığım okul yaşantısına. bahsettiğim keşke üniversite yaşantısı olsaydı ama lise-devam tarzı bir üniversitede eğitim görüyorum. farklı kişiliklerde yapıcı ilişkiler kuracağınız insanlar yoksa, kültür akışı ve birikimi yoksa, bulunduğunuz branşla alakalı üzerinde çalışılabilecek, gözlemlenbilecek durumlar oluşmuyorsa buna üniversite hayatı demek oldukça saçma. tamam, daha fazla bok atmayacağım, aynı hataları tekrarlamayacağım, uslu bir çocuk olup bir seneyi başarılı bir şekilde bitirip ablamın bana ayarlayacağı staj için bekleyeceğim. hazır şirinler new york'tayken onları görüp uslu çocuk olmanın meyvelerini yerim belki.
bir sonraki karalamalar suçluluk duygusu, sorumluluk, uyum sağlayabilme vs. üzerine olabilir. ben erken uyanacağım birkaç sabahın ardından yine bir şeyler karalarım.
terapiye başladım tekrar. bu hafta ikinci seansa gittim hatta. karşımdaki terapisti görünce özellikle son dönemlerde kendi kendime defalarca sorguladığım değerler gözümün önünde somutlaştı. ona abilerden, umut sarıkaya'dan bahsettim. bu ikisini de ilk defa yaptığımız seansta duyduğunu söyledi. evde yaşadığım sorunlara, anomi durumu içerisinde ve derecesinde yaşadığım durumlara da oldukça yabancı duruyordu ve terapinin hakimiyetini elinde bulundurmadığını, sadece notlar alarak beni takip etmeye çalıştığını gördüm. anlamlandıramadım. bir insanın, bir terapistin ülkesindeki genel sosyolojik kavramları bilmesi ve takip etmesi kesinlikle bir zorunluluktur. terapistin insanları toplumsal olarak bu kadar yaygın ve bilinen olguları benim gibi terapinin karşı tarafında epey deneyimli olan biri için oldukça hayal kırıklığıydı. ona hayatıyla ilgili sorular sordum. 26 yaşında olduğunu, 21 yaşında psikoloji bölümünden mezun olduğunu, annesinin de aynı zamanda terapist olduğunu söyledi. bu kadının kesinlikle türkiye'de değil türkiye'nin içerisinde izole edilmiş yüksek tabaka hayatı yaşadığı ve benim gibi bir şekilde sistemin içerisine entegre olamamış veya reddetmiş insanların sorunlarını çözüyormuş gibi yaparak, uzmanmış gibi yaparak her hafta aylık bir yüzme havuzu üyeliği kadar danışanlarından para aldığını, iki koltuk arasındaki farkın sadece ailesel, maddi ve çevresel olduğunu görmek bu insanlara çok ağır dönemler geçirirken duyduğum saygıyı yok etti. bir sürü doktor gördüm, psikolog gördüm ve onların toplum yapısıyla ne kadar az ilgilendiklerini ve ne kadar az bilgi sahibi olduklarını anladığımdaysa bu ülkenin insanları için, geleceği için o kadar olumsuz bakış açıları edindim. daha önce söylemiş de olabilirim belki, bu ülkenin sosyolojik, etnik-kültürel ve ekonomik yapısından kaynaklanan sebepler nedeniyle insanlar "deli" doktorları tarafından iyileştirilmeye, daha iyi hale getirilmeye çalışılmıyor, sadece sisteme entegre edilmeye çalışılıyor. insanlar kendilerinne ne kadar yabnacılaşmışlarsa yabancılaşsınlar, sosyal hayatları ne kadar sakat kalmış olursa olsun vermeleri gereken tepkileri veremeyecek duruma düşerlerse düşsünler, sistem içinde devamlılık sağlayabiliyorlarsa ve rahatsızlıklarının farkında değillerse onlar elbette parmakla gösterilecek, nişaneler edinecek örnek insanlardır!!
yüzme havuzundan bahsetmişken, artık gerçekten şu savsaklığı atlatıp ağustos'un kalanını mümkünse faruk ılgaz'da güneşlenerek geçirmek oldukça iyi olacaktır benim için. yaptığım diyetinse olumlu geçtiği söyleyebilirim. şimdilik 113 (böyle yazınca kendimi kötü hissettim, lakin yaz başında 118 kilo olduğum gerçeği var) kiloyum ve 110'un altına düştüğümde, muhtemelen sadece günlük yaşam ve diyet hakkında bir blog daha açabilirim. artık okul düzeni içerisinde, okula devam etme kararı almış bulunduğum için de kendimi yavaş yavaş hazırlamalıyım neredeyse iki senedir uzak kaldığım okul yaşantısına. bahsettiğim keşke üniversite yaşantısı olsaydı ama lise-devam tarzı bir üniversitede eğitim görüyorum. farklı kişiliklerde yapıcı ilişkiler kuracağınız insanlar yoksa, kültür akışı ve birikimi yoksa, bulunduğunuz branşla alakalı üzerinde çalışılabilecek, gözlemlenbilecek durumlar oluşmuyorsa buna üniversite hayatı demek oldukça saçma. tamam, daha fazla bok atmayacağım, aynı hataları tekrarlamayacağım, uslu bir çocuk olup bir seneyi başarılı bir şekilde bitirip ablamın bana ayarlayacağı staj için bekleyeceğim. hazır şirinler new york'tayken onları görüp uslu çocuk olmanın meyvelerini yerim belki.
bir sonraki karalamalar suçluluk duygusu, sorumluluk, uyum sağlayabilme vs. üzerine olabilir. ben erken uyanacağım birkaç sabahın ardından yine bir şeyler karalarım.
5 Ağustos 2011 Cuma
trafik ışıklarının anlattıkları ya da bir beyaz yakalı üzerine
beraber kırmızı duvar kağıdıyla kaplı oturma odasına geçiyoruz. kötü bir gün geçirmişiz ikimiz de birbirimizden habersiz. ben aylardır sürekli ertelenen iş görüşmelesinin kötü geçmesinin verdiği moral bozukluğuyla sana kaba davranıyorum. sense akademik kariyerinde uzun süredir mutsuzsun, bulunduğun fakültede istediğin ortamı bulamamışsın. geleneklere korku dolu bir çocuğun annesine sarılışı gibi sarılmış doçentler, ruhsuz ve ne yapacakları hakkında kararsız olan üniversite öğrencileri ve gün içinde kampüste ülkücü bir gençle yaşadığın ve sinirlerini altüst eden o salak olay. toplantılar, projeler nedeniyle kendinden uzun zaman uzak kalmışsın ve kendine yabancılaşmışsın. bugün köprü yolundan il sınırları dışındaki o iki katlı evimize gelirken bunların hepsini fark ediyorsun. radyoyu açıyorsun ve tüccarlar tarafından pazarlanmış yağlı arabesk şarkıları duyup öfkeni bir yerlerden çıkartman gerektiğini düşünüyorsun. evet, kırmızı duvar kağıdıyla kaplı salonumuzdasın şu anda fakat bu salonda yaşadığımız o güzel anıların hiçbiri çağrışmıyor sende. sigarandan bir nefes çekiyorsun ve ölümü düşünüyorsun dalmış bir şekilde. ölüm, nerede, ne zaman mümkün olabilir acaba, daha fazla ne kadar dayanabilirim buna? bu düşünceler kafandan hiç çıkmıyor. aylardır kimseyle ölüm ve yaşam hakkında konuşmadığını farkediyorsun, ve bunun seni ne kadar yıprattığını görüyorsun. yorgunsun, bütün gününü inşaatta tuğla taşıyarak ve sıva yaparak geçiren bir işçi kadar yorgun. saatlerce top oynadıktan sonra evde annesinin kapıyı açmasını beklerken kapı önünde çişini kaçırmış bir çocuk kadar çaresiz ve korkulu. ben salona geliyorum ve televizyonu açıyorum. başbakanın nefret söylemleri ve muhalefetin yapıcı olmayan çıkışlarına bakıyorum ve dizi reklamları başlıyor sonra. düşüncelerinin sis perdesinden önünü göremiyorsun ve son aylarda iletişimimiz o kadar kopmuş ki, anlatamıyorsun bana. farkında olmadan gürültülü bir çığlık atıyorsun ve önündeki su dolu bardağı kırmızı duvar kağıdımıza fırlatıyorsun. bardak parçalanıyor. ne oldu diye soruyorum. birbirimize bakıyoruz ve gözlerimize anlam vermeye çalışıyoruz. bizi birbirimize bağlayan şeyi yaşıyoruz birkez daha. o sana gerizekalı aşıkları tiye alarak verdiğim bir avuç dolusu ot geliyor aklıma.
"bunlar senin için"
ve öpüşüyoruz. sanki ilk defa bir kızın elini tutan bir çocuk gibi tutkuyla öpüyorum seni. ellerimi saçlarında gezdiriyorum. sen de bir yandan soyuyorsun beni, gömleğimi çıkarıyorsun. hiç, ama hiç konuşmuyoruz tek vücut olmak istiyoruz sadece. dışarıdan trafiğin rahatsız edici gürültüsü geliyor, açık kalan televizyondansa reklam jenerik müzikleri. eteğinin altından külodunu indiriyorum, sense pantolonumu çözüyorsun. üzerime çıkıyor ve gidip gelmeye başlıyorsun, bir yandan da vuruyorsun bana. ikimiz de erkenden boşalıyoruz. ve sen ağlamaya başlıyorsun.
"neden yeniden başlayamıyoruz, neden şu salak şarkılarınla şu salak grubunu kurup bok gibi para kazanmıyorsun?"
susuyorum, söyleyecek bir şey bulamıyorum. vücutlarımız terli, sarılıyoruz birbirimize, bir mucizzeyi arıyoruz vücut sıvılarımızın birleşiminde. sonra fakülteye majör depresyonunu mazeret olarak bildirip bir rapor sunmaı teklif ediyorum. önümüzdeki altı ayı sadece avrupanın dört bir yanını gezerek ve yeni yaşam tecrübeleri edinerek devam edebiliriz diyorum sana. yeni mucizemizi bulmuşuz ve birbirimizi ne kadar özlediğimizi anlıyoruz. eğer aşk varsa, bu bizim hissettiklerimizdi.
----------------------------------
geniş düzlükten ara sokağa sapınca geldiğimiz yönün aksinde olduğumu anladım. john her zaman bir sünepeydi. aynı zamanda işe yaramazdı da. çok kafaya taktığını biliyordum ve ona eziyet ediyordum. ben tam bir fahişe avcısıydım.
-sana bu kadarını da ben veriyorum. 4. ayın sonunda tekrar hesaplaşırız.
-siktir dostum. bu kadar adileşmek çok anlamsız. biraz bırak sadece.
-neyse, ben biraz çekmek istiyorum. sen de ister misin hank?
-sen tam bir bağımlısın. ne sik yutacağını bilmeyen bir zavallı.
yumruklaşmaya başladık. azgın boğalar gibiydik. onu hiç gözüm tutmamıştı. hiçbir boka yaramadığını ne zaman anlayacaktı ki. düşündükçe anlamsızlaşıyordu varlığı. şu posta ofislerinde çalışan ve sekreter yavrulara vahşi hayvanlar gibi asılan 31cilerden farkı yoktu.
onu bıraktım ve iki sokak ötede marillon'u gördüm. bu şey tam bir fıstıktı. yakınlaştık ve birbirimizi tanıdık.
-hey marillon!
beni çekti ve çiftleşme dönemindeki vahşi hayvanlar gibi birbirimizi tarttık. şantiyeye girdik. güneş batıyor ve gölgeler büyüyordu. gömleğimi çıkardı, ben de onun sütyenini kopardım ve memelerine olan özlemimi gösterdim. dışarıdan bakınca tam bir fahişeydi, evet öyleydi.
-bir kaybeden gibi becer beni hank.
siktir. 6 aylık kira borcum ve bankadan çektiğim krediler geldi aklıma. böyle olmak zorunda mıydı. yeniden o sikik büroya girmek, ağız kokularını çekmek istemiyordum. içine girdim ve sertçe davrandım ona. saçlarını doladım elime. o boşaldığında sanki bir şeylerin farkına varmıştım. ben de farkına varmalıydım. sadece boşalmalıydım, o kadar.
"bunlar senin için"
ve öpüşüyoruz. sanki ilk defa bir kızın elini tutan bir çocuk gibi tutkuyla öpüyorum seni. ellerimi saçlarında gezdiriyorum. sen de bir yandan soyuyorsun beni, gömleğimi çıkarıyorsun. hiç, ama hiç konuşmuyoruz tek vücut olmak istiyoruz sadece. dışarıdan trafiğin rahatsız edici gürültüsü geliyor, açık kalan televizyondansa reklam jenerik müzikleri. eteğinin altından külodunu indiriyorum, sense pantolonumu çözüyorsun. üzerime çıkıyor ve gidip gelmeye başlıyorsun, bir yandan da vuruyorsun bana. ikimiz de erkenden boşalıyoruz. ve sen ağlamaya başlıyorsun.
"neden yeniden başlayamıyoruz, neden şu salak şarkılarınla şu salak grubunu kurup bok gibi para kazanmıyorsun?"
susuyorum, söyleyecek bir şey bulamıyorum. vücutlarımız terli, sarılıyoruz birbirimize, bir mucizzeyi arıyoruz vücut sıvılarımızın birleşiminde. sonra fakülteye majör depresyonunu mazeret olarak bildirip bir rapor sunmaı teklif ediyorum. önümüzdeki altı ayı sadece avrupanın dört bir yanını gezerek ve yeni yaşam tecrübeleri edinerek devam edebiliriz diyorum sana. yeni mucizemizi bulmuşuz ve birbirimizi ne kadar özlediğimizi anlıyoruz. eğer aşk varsa, bu bizim hissettiklerimizdi.
----------------------------------
geniş düzlükten ara sokağa sapınca geldiğimiz yönün aksinde olduğumu anladım. john her zaman bir sünepeydi. aynı zamanda işe yaramazdı da. çok kafaya taktığını biliyordum ve ona eziyet ediyordum. ben tam bir fahişe avcısıydım.
-sana bu kadarını da ben veriyorum. 4. ayın sonunda tekrar hesaplaşırız.
-siktir dostum. bu kadar adileşmek çok anlamsız. biraz bırak sadece.
-neyse, ben biraz çekmek istiyorum. sen de ister misin hank?
-sen tam bir bağımlısın. ne sik yutacağını bilmeyen bir zavallı.
yumruklaşmaya başladık. azgın boğalar gibiydik. onu hiç gözüm tutmamıştı. hiçbir boka yaramadığını ne zaman anlayacaktı ki. düşündükçe anlamsızlaşıyordu varlığı. şu posta ofislerinde çalışan ve sekreter yavrulara vahşi hayvanlar gibi asılan 31cilerden farkı yoktu.
onu bıraktım ve iki sokak ötede marillon'u gördüm. bu şey tam bir fıstıktı. yakınlaştık ve birbirimizi tanıdık.
-hey marillon!
beni çekti ve çiftleşme dönemindeki vahşi hayvanlar gibi birbirimizi tarttık. şantiyeye girdik. güneş batıyor ve gölgeler büyüyordu. gömleğimi çıkardı, ben de onun sütyenini kopardım ve memelerine olan özlemimi gösterdim. dışarıdan bakınca tam bir fahişeydi, evet öyleydi.
-bir kaybeden gibi becer beni hank.
siktir. 6 aylık kira borcum ve bankadan çektiğim krediler geldi aklıma. böyle olmak zorunda mıydı. yeniden o sikik büroya girmek, ağız kokularını çekmek istemiyordum. içine girdim ve sertçe davrandım ona. saçlarını doladım elime. o boşaldığında sanki bir şeylerin farkına varmıştım. ben de farkına varmalıydım. sadece boşalmalıydım, o kadar.
12 Temmuz 2011 Salı
hiçkimseye şarkılar
aslında yarım saat öncesine kadar bir şeyler yazmış olmaya başlamam gerekiyordu. ama bu zamana kadar geçen süreyi illegal acılarımın sızılarıyla geçirdim. evet, bu hayat benim. gidecek bir yer, telefon açacak biri, sevişilecek bir kadın, izlenecek gündoğumu, bir şeyler paylaşılacak insanlar, kesin olduğuna inandığım doğrular, geçmişten elde edilmiş başarılar, bir şekilde ailenin vermiş olduğu o aitlik hissi, ulaşılamaz ve düzgün karakteriyle soyluluk hissi veren tanıdıklar, beraber paylaşılan geçmişin üzerimize mavi bir gökyüzü gibi yayıldığını hissettiğim insanlar yok. sadece şu an içerisinde bulunduğum yerden tahminen 15-20 metre yükseklikte ve 30-35 derece sıcaklığa sahip olduğunu tahmin ettiğim 120 m2 ev, vücudumda fazladan 20litrelik iki dolu damacana taşıyan ben, insanda her şeyin yok olması isteğini uyandıran güne başlangıç noktası olan ölümün ağırlığını üzerine çektiği öğleden sonraları, ağızda oldukça ekşi ve çürük bir tat bırakan artık anlamsızlaşmaya ve dolayısıyla herhangi bir işleve sahip olmamaya başlamış derin bir yalnızlık, 9 senelik akp hükümetinin etkisiyle yavaş yavaş daha fazla içe kapanmış, ayrılmaya başlamış ve muhafazakarlaşmış hastalıklı toplum, muhtemelen siyasi sebeplerle birilerinin rant kapısı edilmeye çalışılan ve "şike" bahane edilerek ters-düz edilen çocukluğumdan beri bana kalan tek şey olan fenerbahçe'nin kaotik hali, derin nevrozlara yakın sinirsel durumlar geçiren güvensiz, histerik, uzlaşmaz ve negatif enerjilerini bütünlüğüyle bana yansıtan iki sorunlu anne ve baba, günün her saati güneşin ve hafftaiçinin anlamsızlaştırıp işlevsiz hale getirdiği ingilizce kursu, artık neredeyse bırakmaya karar vermiş olduğum fiziki olarak önemli bir sorumluluk ve zaman isteyen tiyatro kumpanyası ve gerçekten kaybeden insanlar, bir de gittiğim zaman dere-tepe gezip saçmasapan zırvalarla kafamı doldurup çeşitli büyüklükte sinir krizleriyle döndüğüm bir mersin var.
bir de gitar var.
tam olarak gitar çalmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. sanırım evde bulunan sahipsiz orgun bunda çok büyük etkileri var. 3 sene önce evimizin yakınlarındaki o ufak müzik evine gittiğimde aslında org çalmak için gitmiştim. daha sonraysa aslında gerçekten org çalıp çalmak istemediğimi oradaki kişilerin bana bir şekilde sormasıyla ve gitar çalmaya teşvik etmesiyle ben yine en ufak durum farklılıklarını dert edip küçük bir karşı çıkış yapmıştım. tabii ki bu gitarın maliyeti üzerine endekslenmişti. aylık ders ücretine tekabül eden enstrümanın neden bu kadar önemli bir maliyeti varmış gibi kendi çapımda sorun haline getirmem de dünyayı ne kadar az tartabildiğimin ve aile bütçemle alakalı gerçekten hiçbir sorumluluğumun olmadığımın göstergesidir sanırım.
sonerle ilk tanışmamız aynı zamanda gitarı 2. ya da 3. kez elime alışıma denk gelir. yaşlarımız da birbirine yakın olduğu için pek tabii arkadaş ta olmuştuk. ona yavaş yavaş kendi kişiliğimle veya hayatımla alakalı açıklar ya da bilgiler vermeye başlamıştım. o da bana kendi günlük hayatından bahsetmeye ve duygularını açığa çıkarıp benimle yapıcı diyaloglar kurmaya yani bana karşılıklar vermeye başlamıştı. bir gün dersimiz bitti ve yarım saat kadar bana bir şeyler çalmasını söyledim. kabul etti ve seçtiğim parçalar arasından bana bir şeyler çaldı. daha sonra ona kendi bestelerinin olup olmadığını sordum ve o da bana 50'den fazla bestesi olduğunu söyledi. kendi bestelerinden birini de çaldı o gün bana ilk defa. sanıyorum -di'li geçmiş zaman'dı şarkısının adı.
açıkçası bu 2.5 senede ben gitarla alakalı çok fazla bir şey öğrendiğimi söyleyemem. hoş sada'da geçirdiğim 1 yılın sonunda orada iyi arkadaş olduğum ders veren gencin ayrılmasıyla beraber ben de o küçük dükkana artık daha fazla gitmeme ve derslerimi onunla beraber yapma kararı vermiştim.
soner'le bizim evde dersleri ilerletmeye devam ettik. ama ilerlemiyordu bir şekilde. benim gitara karşı hala önyargılarım vardı ve bunlar düzenli egzersizler yapmama ve işin ciddiyetini anlamama engel oluyordu. bir yandan devam ettiğim drama kulübü'nün bana verdiği duyguları açığa çıkarma yöntemlerini kullanma ve ifade biçimlerini doğru şekilde geliştirme, aynı zamanda itüsözlük'te düzenli olarak yazdıklarım bende kurgular oluşturabilme yetisini ve hikayeler anlatma becerisini kazandı ve yaratıcılığımı belirli bir düzene oturttu. kulağımda kulaklıklarla yaşımın 19 olmasının getirdiği bütün o ağır depresyonun izlerine rağmen olumlu anlamda oluşan o boşvermişlik, psikolojiyle, felsefeyle, edebiyatla, dvdlerle geçen süreç bana çevreyi gözlemleme yeteneğini ve hayalgücünün derinliklerini keşfetmemi sağladı. elbette hayatımda olumsuz pekçok şey de varolmaya devam ediyordu ama bunların birbirini beslediğini kesinlikle görüyorum ve farkındayım. öğrenme süreçlerinde çeşitli aksaklıklar elbette olur, özellikle hayatınızı şeylerin içine katarak bir şeyler öğreniyorsanız doğru ifadeyle yaşayarak öğreniyorsanız deneme yanılmanın getirileri ve götürüleri kaçınılmazdır.
bu bir yandan pasif olarak görünse de duygusal manada son derece üretken ve değişim içinde olan yaşam maddi anlamda kendisine yer bulma isteğiyle ortaya çıkmak istemesi neticesinde bunun kendim oluşumla nasıl meydana getirebilirimle düşünmeye balkayınca şiirler yazmaya koyuldum. yazdığım ilk şiirin adı pazar gecesi sürpriziydi galiba. ilk deneyimlerde kafiye oturtmaya ve etkileyicilik açısından anltımda sürekli aksiyon türevine başvuruyordum. sonrasında şiir biçeminde öyküler ve duygudurum tasvirleri yapmaya başladım. öte yandan soner'i gözlemliyordum. çalışmaya başlamadan önce akor geçişleri yapıyordu ve bu gözlemleri yaparken aslında ham bir kayıt yapmanın çok da zor oolmayacağını düşündüm. soner'in dinlediği mzikler ve gitarıyla çıkardığı bütünleşik sesler benim yazabileceğim dizelere uygun gelebilirdi. bunu gördükten sonra uzun süredir kafamda hazırladığım "sen seçtin" adlı şiiri dakikasında kağıda döküp sonerle ilk buluşmamızda ona gösterdim. kasıtlı olarak hece ölçüsüne benzer bir biçemde yazmıştım. ben şarkının girişini yaptıktan sonra soner ona uygun girişi akor serilerini buldu, dizeleri düzenledi ve ilk bestemizi yapmıştık bile..
gri yol kenarı, ıssız okul bahçesi
öfkeli çocukların tepkili sesi
aslında güzel şeyler anlatabilirdi
böyle olmasını sen seçtin
ilk dizeden de anlaşılacağı gibi saf ve çocuksu (18-19 yaş tribi) bulunan bu besteden sonra ben daha önce röp. adlı güncemde belirttiğim diğer parça isimlerine nasıl uygun sözler yazarımı düşünmeye başladım. şarkıların öyküleri kafamda vardı, geriye onların sözlerini uygun biçimde yazmak kalıyordu. lakin belki henüz o kadar iyi hikaye anlatıcısı olmadığımdan veya diğer şarkı bütünlükleri içime sinmediğinden sadece iki şarkı projesinin sözlerini yazdım. bunlar, rockhorn ve herkes kendi için yaşardı. bu parçaları yine kendi yaptığım girişlerle ve sonerin onları gitarla düzenlemesiyle iphone'a kaydettik. şarkı sözlerinin belirli yaşanmışlıklar ve yoğun duygular içermesi, sonerin gitarını ve sesini kırılgan şekilde kullanması şarkıların genel olarak biçemini oluşturuyordu. ben sert şarkılar çıkaracağımızı düşünürken, (sen seçtin'i ilk yazdığımızda çok farklı beste olacağını düşünüyordum) dürüst olmak gerekirse böyle olmasını isterken, belki bir çeşit intikam duygusuyla, şarkıların bu şekilde çıkması başlarda beni rahatsız ederken aslında bunun sonerle arasındaki sentezin sonucu olduğunu, benim şarkılarda tek belirleyici olamayacağımı kabul ettim. yine de ilk şarkılar arasında daha doğrusu ilk proje içinde freud haklı gibi karşı cinse olan arzunun ketlenmesini ve kişinin yabancılaşmasını anlatan veya antalya-mersin gibi mizah-gözlem etkili şarkılar da çıkarmayı becerdik. ilk proje için 9 şarkı ve 1 cover öngörmüştüm lakin tüm şarkıların ham kayıtlarını aldıktan 1 sene sonra "aşk" isimli bir şarkı daha kaydettik bunun anlatılan hikayeye oldukça uygun bir son olduğunu gördükten sonra bunu da içine katma kararını aldık. dolayısıyla ilk proje alfabetik olarak:
antalya mersin
aşk
aşkım kronik
belki yeniden
durdurmam zamanı
freud haklı
herkes kendi için yaşar
okyanus
rockhorn
sen seçtin
isimli ham kayıtlardan oluştu. şimdi tekrar şarkılara göz gezdirince son derece histerik ve varoluşçu nitelikler taşıdıklarını söyleyebilirim.
biz tabii neredeyse her 10 günde bir yeni kayıtlar yapmaya devam ettik. birbirini takip eden günlerde yaptığımız ve sözlerini benim genel yaşamımdan aldığı için diğer şarkılar önceki şarkılarla bağlantılıydı dolayısıyla projeler bir öncekilerle direkt olarak organik birer bağa sahiplerdi. 2. proje için yaptığımız diğer 9 şarkıysa, daha doğrusu ham kayıtsa şöyle:
2007
bir parça aşk
bir yalancı
bugün
herhangi bir gün, herhangi bir mevsim
referandum
rutin
sessiz kalmaya ihtiyacım var
son kez kaybedeceksin
aslında yapılan projeleri kasıtlı olarak 9 şarkıda tutmamın nedeni her iki proje içinde birer yeniden yorumlama düşünmemdi. ilk proje için "oh olsun" ikinci proje içinse mizah unsurunu kaybetmemek açısından oluşturacağımız projeninin kişiliklerimizi yansıtmasının sonuçları açısından "ah dede vah dede" yeniden yorumlanması planlanan parçalardı.
3. projedeyse kazandığımız tecrübelerin getirdiği güven ve benim yavaş yavaş depresyondan çıkışımla şarkıların vizyonunun arttığı bir proje oldu. yine diğer iki projeyle de organik bağları vardı. bu üçünü topladığımız zaman ben aslında genel olarak "kaybedenin hikayesi" adını veriyorum. 17 yaşında hayatının içinde bulunan katmanların (sistem, aile, sosyal çevre vs..) her köşesinden yoğun baskıyla, küçük düşürülme, değersizleştirilme, yabancılaşma, kişiliğe saldırı gibi her biri insanın hayatını ciddi şekilde etkileyebilecek unsurların arsında kalıp ölüm düşüncesi, majör depresyon ve obsesyonlar, yalnızlık arasında geçen senelerin ikinci evresinde yine aynı durumların etkisinde bir yandan kendini varlama telaşıyla mücadele ederken öbür yandan bu mücadelenin getirdiği sözlerin somut olarak "şarkı"lara dönüşmesi somut olarak ortaya çıkışın göstergesidir aslında. bu mücadele içinde 1.5 sene boyunca içinde bulunduğum drama kumpanya kurumunu büyük ihtimalle maddi koşullar neticesinde bırakacak zorunda olmam fedakarlıkta bulunmamsa yine almış olacağım kırılma noktası kararlarından birisi olacak. neyse işte, 3. projede alfabetik olarak şöyle:
bir avuç dolusu şeker
çam ağacı
istanbul'un fakir ve çirkin insanları (bestelenmedi)
kendini affet
mutlu musun (bestelenmedi)
onlara sen dokundun
prenses
sen neden
yeni bir hayat
yol
yine candan erçetin'İn onlar yanlış biliyor isimli şarkısını yeniden yorumlamak amacıyla bu projeye de düşünüyorum tabii. aşk da bestelendiği dönem itibariyle buraya gelebilir.
sonuç olarak ortada somut olarak bir şey yok. bunlar bizim sadece 1 veya iki gitarla iphone a yaptığımız kayıtlar. çok yakın çevrelerimiz dışında kimselerle de paylaşmış değiliz. bu şekilde kullanılabilirler, kullanılmayabilirler de. soner bazen bana bazı şarkıları kendi grubuyla kullanmak istediğini belirtiyor, eğer birgün albüm çıkartırlarsa -ki bu kesinlikle benim gitarla ilişkilerime bakılacak olursa benden önce olacak bir şey- teliflerinde ismim olması dışında herhangi bir şey talep etmem. aksine bir gün ben kullanırsam, benim içimde olduğum bir oluşum kullanırsa güzel bir avantaj olur. biz yine düzenli olarak bir araya gelmeye başladık ve üretmeye devam edeceğiz. tabii ki şarkıların öyküleri değişecek, ilham kaynakları değişecek, üslubumuz değişecek.
unutmadan son yaptığımız iki kayıt:
güneş yanığı
bu yüzden.
işte böyle, hiçkimseye şarkıların başlangıç hikayesi.
bir de gitar var.
tam olarak gitar çalmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. sanırım evde bulunan sahipsiz orgun bunda çok büyük etkileri var. 3 sene önce evimizin yakınlarındaki o ufak müzik evine gittiğimde aslında org çalmak için gitmiştim. daha sonraysa aslında gerçekten org çalıp çalmak istemediğimi oradaki kişilerin bana bir şekilde sormasıyla ve gitar çalmaya teşvik etmesiyle ben yine en ufak durum farklılıklarını dert edip küçük bir karşı çıkış yapmıştım. tabii ki bu gitarın maliyeti üzerine endekslenmişti. aylık ders ücretine tekabül eden enstrümanın neden bu kadar önemli bir maliyeti varmış gibi kendi çapımda sorun haline getirmem de dünyayı ne kadar az tartabildiğimin ve aile bütçemle alakalı gerçekten hiçbir sorumluluğumun olmadığımın göstergesidir sanırım.
sonerle ilk tanışmamız aynı zamanda gitarı 2. ya da 3. kez elime alışıma denk gelir. yaşlarımız da birbirine yakın olduğu için pek tabii arkadaş ta olmuştuk. ona yavaş yavaş kendi kişiliğimle veya hayatımla alakalı açıklar ya da bilgiler vermeye başlamıştım. o da bana kendi günlük hayatından bahsetmeye ve duygularını açığa çıkarıp benimle yapıcı diyaloglar kurmaya yani bana karşılıklar vermeye başlamıştı. bir gün dersimiz bitti ve yarım saat kadar bana bir şeyler çalmasını söyledim. kabul etti ve seçtiğim parçalar arasından bana bir şeyler çaldı. daha sonra ona kendi bestelerinin olup olmadığını sordum ve o da bana 50'den fazla bestesi olduğunu söyledi. kendi bestelerinden birini de çaldı o gün bana ilk defa. sanıyorum -di'li geçmiş zaman'dı şarkısının adı.
açıkçası bu 2.5 senede ben gitarla alakalı çok fazla bir şey öğrendiğimi söyleyemem. hoş sada'da geçirdiğim 1 yılın sonunda orada iyi arkadaş olduğum ders veren gencin ayrılmasıyla beraber ben de o küçük dükkana artık daha fazla gitmeme ve derslerimi onunla beraber yapma kararı vermiştim.
soner'le bizim evde dersleri ilerletmeye devam ettik. ama ilerlemiyordu bir şekilde. benim gitara karşı hala önyargılarım vardı ve bunlar düzenli egzersizler yapmama ve işin ciddiyetini anlamama engel oluyordu. bir yandan devam ettiğim drama kulübü'nün bana verdiği duyguları açığa çıkarma yöntemlerini kullanma ve ifade biçimlerini doğru şekilde geliştirme, aynı zamanda itüsözlük'te düzenli olarak yazdıklarım bende kurgular oluşturabilme yetisini ve hikayeler anlatma becerisini kazandı ve yaratıcılığımı belirli bir düzene oturttu. kulağımda kulaklıklarla yaşımın 19 olmasının getirdiği bütün o ağır depresyonun izlerine rağmen olumlu anlamda oluşan o boşvermişlik, psikolojiyle, felsefeyle, edebiyatla, dvdlerle geçen süreç bana çevreyi gözlemleme yeteneğini ve hayalgücünün derinliklerini keşfetmemi sağladı. elbette hayatımda olumsuz pekçok şey de varolmaya devam ediyordu ama bunların birbirini beslediğini kesinlikle görüyorum ve farkındayım. öğrenme süreçlerinde çeşitli aksaklıklar elbette olur, özellikle hayatınızı şeylerin içine katarak bir şeyler öğreniyorsanız doğru ifadeyle yaşayarak öğreniyorsanız deneme yanılmanın getirileri ve götürüleri kaçınılmazdır.
bu bir yandan pasif olarak görünse de duygusal manada son derece üretken ve değişim içinde olan yaşam maddi anlamda kendisine yer bulma isteğiyle ortaya çıkmak istemesi neticesinde bunun kendim oluşumla nasıl meydana getirebilirimle düşünmeye balkayınca şiirler yazmaya koyuldum. yazdığım ilk şiirin adı pazar gecesi sürpriziydi galiba. ilk deneyimlerde kafiye oturtmaya ve etkileyicilik açısından anltımda sürekli aksiyon türevine başvuruyordum. sonrasında şiir biçeminde öyküler ve duygudurum tasvirleri yapmaya başladım. öte yandan soner'i gözlemliyordum. çalışmaya başlamadan önce akor geçişleri yapıyordu ve bu gözlemleri yaparken aslında ham bir kayıt yapmanın çok da zor oolmayacağını düşündüm. soner'in dinlediği mzikler ve gitarıyla çıkardığı bütünleşik sesler benim yazabileceğim dizelere uygun gelebilirdi. bunu gördükten sonra uzun süredir kafamda hazırladığım "sen seçtin" adlı şiiri dakikasında kağıda döküp sonerle ilk buluşmamızda ona gösterdim. kasıtlı olarak hece ölçüsüne benzer bir biçemde yazmıştım. ben şarkının girişini yaptıktan sonra soner ona uygun girişi akor serilerini buldu, dizeleri düzenledi ve ilk bestemizi yapmıştık bile..
gri yol kenarı, ıssız okul bahçesi
öfkeli çocukların tepkili sesi
aslında güzel şeyler anlatabilirdi
böyle olmasını sen seçtin
ilk dizeden de anlaşılacağı gibi saf ve çocuksu (18-19 yaş tribi) bulunan bu besteden sonra ben daha önce röp. adlı güncemde belirttiğim diğer parça isimlerine nasıl uygun sözler yazarımı düşünmeye başladım. şarkıların öyküleri kafamda vardı, geriye onların sözlerini uygun biçimde yazmak kalıyordu. lakin belki henüz o kadar iyi hikaye anlatıcısı olmadığımdan veya diğer şarkı bütünlükleri içime sinmediğinden sadece iki şarkı projesinin sözlerini yazdım. bunlar, rockhorn ve herkes kendi için yaşardı. bu parçaları yine kendi yaptığım girişlerle ve sonerin onları gitarla düzenlemesiyle iphone'a kaydettik. şarkı sözlerinin belirli yaşanmışlıklar ve yoğun duygular içermesi, sonerin gitarını ve sesini kırılgan şekilde kullanması şarkıların genel olarak biçemini oluşturuyordu. ben sert şarkılar çıkaracağımızı düşünürken, (sen seçtin'i ilk yazdığımızda çok farklı beste olacağını düşünüyordum) dürüst olmak gerekirse böyle olmasını isterken, belki bir çeşit intikam duygusuyla, şarkıların bu şekilde çıkması başlarda beni rahatsız ederken aslında bunun sonerle arasındaki sentezin sonucu olduğunu, benim şarkılarda tek belirleyici olamayacağımı kabul ettim. yine de ilk şarkılar arasında daha doğrusu ilk proje içinde freud haklı gibi karşı cinse olan arzunun ketlenmesini ve kişinin yabancılaşmasını anlatan veya antalya-mersin gibi mizah-gözlem etkili şarkılar da çıkarmayı becerdik. ilk proje için 9 şarkı ve 1 cover öngörmüştüm lakin tüm şarkıların ham kayıtlarını aldıktan 1 sene sonra "aşk" isimli bir şarkı daha kaydettik bunun anlatılan hikayeye oldukça uygun bir son olduğunu gördükten sonra bunu da içine katma kararını aldık. dolayısıyla ilk proje alfabetik olarak:
antalya mersin
aşk
aşkım kronik
belki yeniden
durdurmam zamanı
freud haklı
herkes kendi için yaşar
okyanus
rockhorn
sen seçtin
isimli ham kayıtlardan oluştu. şimdi tekrar şarkılara göz gezdirince son derece histerik ve varoluşçu nitelikler taşıdıklarını söyleyebilirim.
biz tabii neredeyse her 10 günde bir yeni kayıtlar yapmaya devam ettik. birbirini takip eden günlerde yaptığımız ve sözlerini benim genel yaşamımdan aldığı için diğer şarkılar önceki şarkılarla bağlantılıydı dolayısıyla projeler bir öncekilerle direkt olarak organik birer bağa sahiplerdi. 2. proje için yaptığımız diğer 9 şarkıysa, daha doğrusu ham kayıtsa şöyle:
2007
bir parça aşk
bir yalancı
bugün
herhangi bir gün, herhangi bir mevsim
referandum
rutin
sessiz kalmaya ihtiyacım var
son kez kaybedeceksin
aslında yapılan projeleri kasıtlı olarak 9 şarkıda tutmamın nedeni her iki proje içinde birer yeniden yorumlama düşünmemdi. ilk proje için "oh olsun" ikinci proje içinse mizah unsurunu kaybetmemek açısından oluşturacağımız projeninin kişiliklerimizi yansıtmasının sonuçları açısından "ah dede vah dede" yeniden yorumlanması planlanan parçalardı.
3. projedeyse kazandığımız tecrübelerin getirdiği güven ve benim yavaş yavaş depresyondan çıkışımla şarkıların vizyonunun arttığı bir proje oldu. yine diğer iki projeyle de organik bağları vardı. bu üçünü topladığımız zaman ben aslında genel olarak "kaybedenin hikayesi" adını veriyorum. 17 yaşında hayatının içinde bulunan katmanların (sistem, aile, sosyal çevre vs..) her köşesinden yoğun baskıyla, küçük düşürülme, değersizleştirilme, yabancılaşma, kişiliğe saldırı gibi her biri insanın hayatını ciddi şekilde etkileyebilecek unsurların arsında kalıp ölüm düşüncesi, majör depresyon ve obsesyonlar, yalnızlık arasında geçen senelerin ikinci evresinde yine aynı durumların etkisinde bir yandan kendini varlama telaşıyla mücadele ederken öbür yandan bu mücadelenin getirdiği sözlerin somut olarak "şarkı"lara dönüşmesi somut olarak ortaya çıkışın göstergesidir aslında. bu mücadele içinde 1.5 sene boyunca içinde bulunduğum drama kumpanya kurumunu büyük ihtimalle maddi koşullar neticesinde bırakacak zorunda olmam fedakarlıkta bulunmamsa yine almış olacağım kırılma noktası kararlarından birisi olacak. neyse işte, 3. projede alfabetik olarak şöyle:
bir avuç dolusu şeker
çam ağacı
istanbul'un fakir ve çirkin insanları (bestelenmedi)
kendini affet
mutlu musun (bestelenmedi)
onlara sen dokundun
prenses
sen neden
yeni bir hayat
yol
yine candan erçetin'İn onlar yanlış biliyor isimli şarkısını yeniden yorumlamak amacıyla bu projeye de düşünüyorum tabii. aşk da bestelendiği dönem itibariyle buraya gelebilir.
sonuç olarak ortada somut olarak bir şey yok. bunlar bizim sadece 1 veya iki gitarla iphone a yaptığımız kayıtlar. çok yakın çevrelerimiz dışında kimselerle de paylaşmış değiliz. bu şekilde kullanılabilirler, kullanılmayabilirler de. soner bazen bana bazı şarkıları kendi grubuyla kullanmak istediğini belirtiyor, eğer birgün albüm çıkartırlarsa -ki bu kesinlikle benim gitarla ilişkilerime bakılacak olursa benden önce olacak bir şey- teliflerinde ismim olması dışında herhangi bir şey talep etmem. aksine bir gün ben kullanırsam, benim içimde olduğum bir oluşum kullanırsa güzel bir avantaj olur. biz yine düzenli olarak bir araya gelmeye başladık ve üretmeye devam edeceğiz. tabii ki şarkıların öyküleri değişecek, ilham kaynakları değişecek, üslubumuz değişecek.
unutmadan son yaptığımız iki kayıt:
güneş yanığı
bu yüzden.
işte böyle, hiçkimseye şarkıların başlangıç hikayesi.
3 Temmuz 2011 Pazar
yazmak..
uzun zamandır buraya herhangi bir kayıt girmedim. ama bu yazmadığım anlamına bir şekilde gelmemeli tabii. her ne kadar itü sözlük'ten 1300 küsür girimin aniden silinmesiyke beraber şutlansam da, buraya şu ligtvnin açtığı dava neticesinde yasaklanışının ardından girmesem de, ya da girerken sürekli tembellik etsem de ucuz edebiyat örneklerini çeşitli mecralarda sergilemeye devam ettim tabii. bu kah ingilizce gramer kitabının arka kapağı oldu, kah yemek tepsisyle beraber gelen reklam kağıdının arkası oldu. şu öğrencilik deneyimine iğrenç bir şekilde ara verme durumunda kalınca defter tutma durumum da sıfırlandı. böyle garip garip yerlere şarkı sözleri ve duygudurum tasvirleri yazdım sürekli. itiraf etmeliyim, aslında bu işlerde iilk başladığımda biraz daha iyiydim. tabii ki en başlardan bahsetmiyorum, birkaç deneme yazısından sonra şiirlerim belli bir düzene ve ahenge girmişti ve gerçekten çok fazla bir etkilenme görülmüyordu, onların altına imzamı güvenle atabilirim. daha bir naifler ve gerçekten daha çok insan ruhuna o saflıkla dokunuyorlar.
şimdi yukarıdakilere şöyle bir bakınca, sbs türkçe paragraf sorularının metinlerine benzemiş, pehh.
varolan süreç içerisinde biraz pisliğe bulandığım için, ya da daha doğrusu pisliği uzaktan gözlemleyebildiğim ve onun tasvirini daha rahatlıkla yapabildiğim için o eski saflık yok yazdığım dizelerde. o büyük haksızlıklara uğramış, hayatta defalarca çaldığı kapılar birbir açılmamış veya üzerine kapanmış kapıların ardında büyük bir hayalkırıklığı bolca anksiyete, obsesyon ve depresyonla
oturduğu yerde sadece ağlayan, herhangi bir açıklama getiremeyen ve sadece kendini suçlayan o zavallı, büsbütün dünya karşısında ufak ve ezilip kalmış,yorgunluk şarkılarıyla geçen günlerini kurumuş gözyaşlarıyla umutsuzca geçiren zamanın farkında olmayan çocuk, ilk genç yok artık. buna "yok artık" demek yanlış bir ifade olur aslında, daha doğru şekli artık tamamen bunlardan bir araya gelmiyor oluşumdur. eskiden sadece bunlardım, şimdiyse büyük bir parçam bunlar benim. onları taşıyorum ve artık onlar sayesinde mi demeliyim, yoksa onlar nedeniyle mi demeliyim bilmiyorum ama dünyaya daha realist ve daha farkındalıkla dolu gözlerle bakıyorum. yaşadığım olayların, durumların toplumsal izlerini farkedebiliyorum ve uzaktan olayı gözlemleyebiliyorum. o zaman tekrar anlıyorum ben sadece özel tek kişi değilim bunları yaşayan. daha fazla insan tanıdığımda daha açık görüyorum, bu tanıma faslı kişiden kişiye göre değişir, elbette dünyada her istediğine sahip olmuş, mükemmel burjuva ailesiyle mükemmel iletişim becerileri ve arkadaş çevreleri edinmiş, insanlara yukarıdan bakan kendi bencil hayatında yapması gereken her şeyi yapmış olmanın "haklı" gururunu duyan eğlence anlayışı hazdan, duyusal fantezilerden ibaret olan kısacası bu sistemin kanatlandırıp yeryüzü meleği haline getirmiş, iyi okullarda okuyup, mükemmel tatiller yapabilme olağına erişen o güzel, zengin ve özgür insanlardan bahsetmiyorum. ben, özellikle bugün ağır kapitalist düzenin her türlü imkanı bu insanların yüzlerine kapattığı, kanadını kırmış insanlarını daha fazla anladığımı ve onlardan daha fazla şey öğrendiğimi görüyorum, hissediyorum, iliklerime kadar. biz, daha doğrusu dünya kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu olduğu sürece içindeki özlemlerle yanıp tutuşan, acı çeken, başaramayan insanlar, yani kaybedenler var olmaya devam edecekler. daha fazla eğitim isteyecekler, daha fazla yaşama alanı isteyecekler, daha iyi yiyecekler, özgürlük, seks, iyi iç çamaşırları, tabii ki buhranlı dönemler için psikologlar, felsefe, başarma duygusu, onurlandırılmak, bilgi birikimine sahip olmak, birkaç yabancı dil, eğitim imkanı, yurtdışı tücrübesi, belki birkaç kaliteli içecek daha temiz ve büyük evler, daha güzel arkadaşlar, belki bir yüzme havuzu ya da tek tanımla belirli standartlar. tüm bunlar sahip olamayan çoğunluğun ruhunu alevler içinde yakar. tabii ki, politikacılarla, popstarlarla, gündüz kuşağıyla yeteri kadar uyuşturucu alan insanlar. kurabildiği minik hayallerle hayatına katlanmaya devam ederek bir şekilde 50-60 sene yaşayıp birkaç mutlu an bırakırsa kendini şanslı sayıp göçüp gidiyorlar tabii arada bazı bireyler çıkıp "keşke daha özgür olsam" "kendimi tutuk hissediyorum ne yapabilirim" gibi söylemlerde bulunup o içlerindeki fırtınaları bir nebze olsun açığa çıkarıyorlar. dışarıdaki vahşi yaşam, henüz 20li yaşlarının başında güzel sayılabilecek, özgüvenini tamamen yitirmiş ve kaybedecek hayallerinden başka bir şeyi kalmayan, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış ve hayatından bir kaçış arayan, allah'ım bana bir yol göster diyip yakarışlarda bulunan masum ve bir kıza "dışarıdan nasıl görünüyorum söyler misiniz?" diye sordurtabiliyor. bunu bir önceki sıfatların hepsine sahip olma şansına sahip olan biri nasıl anlar acaba, bu soru bir tokattır ve zamanın şu anda en büyük hastalığının birkaç kelimeyle vücut bulmuş halidir.
ve elbette biraz mizah, epey mizah. paylaşım. belki biraz sevgi, aşk. gündelik hayat. hayatlarımızın nelerle dolu olduğu ruhumuzda iz bırakan yaralarla ortaya çıkıyor. yakında ciddi olarak diyet yapmayı düşünüyorum, o zaman sadece geçen zamanın diyet üzerindeki etkisiyle alakalı bir blog daha açıp daha genel, misal sebzeler üzerinden, hava durumunun diyetime yaptığı etki üzerinden falan bahsetmek isterim. böyle şeylerle satırları doldurduğuma bakma, aslında mükemmel bir mizah anlayışım vardır. insanlar ne ekerse onu biçer ve yaşadığınız yerin yakınlarında bir mezarlık varsa, hava sürekli fırtınalıysa pek de güzel şeyler ekmek istemiyorsunuz. hepsi bu.
şimdi yukarıdakilere şöyle bir bakınca, sbs türkçe paragraf sorularının metinlerine benzemiş, pehh.
varolan süreç içerisinde biraz pisliğe bulandığım için, ya da daha doğrusu pisliği uzaktan gözlemleyebildiğim ve onun tasvirini daha rahatlıkla yapabildiğim için o eski saflık yok yazdığım dizelerde. o büyük haksızlıklara uğramış, hayatta defalarca çaldığı kapılar birbir açılmamış veya üzerine kapanmış kapıların ardında büyük bir hayalkırıklığı bolca anksiyete, obsesyon ve depresyonla
oturduğu yerde sadece ağlayan, herhangi bir açıklama getiremeyen ve sadece kendini suçlayan o zavallı, büsbütün dünya karşısında ufak ve ezilip kalmış,yorgunluk şarkılarıyla geçen günlerini kurumuş gözyaşlarıyla umutsuzca geçiren zamanın farkında olmayan çocuk, ilk genç yok artık. buna "yok artık" demek yanlış bir ifade olur aslında, daha doğru şekli artık tamamen bunlardan bir araya gelmiyor oluşumdur. eskiden sadece bunlardım, şimdiyse büyük bir parçam bunlar benim. onları taşıyorum ve artık onlar sayesinde mi demeliyim, yoksa onlar nedeniyle mi demeliyim bilmiyorum ama dünyaya daha realist ve daha farkındalıkla dolu gözlerle bakıyorum. yaşadığım olayların, durumların toplumsal izlerini farkedebiliyorum ve uzaktan olayı gözlemleyebiliyorum. o zaman tekrar anlıyorum ben sadece özel tek kişi değilim bunları yaşayan. daha fazla insan tanıdığımda daha açık görüyorum, bu tanıma faslı kişiden kişiye göre değişir, elbette dünyada her istediğine sahip olmuş, mükemmel burjuva ailesiyle mükemmel iletişim becerileri ve arkadaş çevreleri edinmiş, insanlara yukarıdan bakan kendi bencil hayatında yapması gereken her şeyi yapmış olmanın "haklı" gururunu duyan eğlence anlayışı hazdan, duyusal fantezilerden ibaret olan kısacası bu sistemin kanatlandırıp yeryüzü meleği haline getirmiş, iyi okullarda okuyup, mükemmel tatiller yapabilme olağına erişen o güzel, zengin ve özgür insanlardan bahsetmiyorum. ben, özellikle bugün ağır kapitalist düzenin her türlü imkanı bu insanların yüzlerine kapattığı, kanadını kırmış insanlarını daha fazla anladığımı ve onlardan daha fazla şey öğrendiğimi görüyorum, hissediyorum, iliklerime kadar. biz, daha doğrusu dünya kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu olduğu sürece içindeki özlemlerle yanıp tutuşan, acı çeken, başaramayan insanlar, yani kaybedenler var olmaya devam edecekler. daha fazla eğitim isteyecekler, daha fazla yaşama alanı isteyecekler, daha iyi yiyecekler, özgürlük, seks, iyi iç çamaşırları, tabii ki buhranlı dönemler için psikologlar, felsefe, başarma duygusu, onurlandırılmak, bilgi birikimine sahip olmak, birkaç yabancı dil, eğitim imkanı, yurtdışı tücrübesi, belki birkaç kaliteli içecek daha temiz ve büyük evler, daha güzel arkadaşlar, belki bir yüzme havuzu ya da tek tanımla belirli standartlar. tüm bunlar sahip olamayan çoğunluğun ruhunu alevler içinde yakar. tabii ki, politikacılarla, popstarlarla, gündüz kuşağıyla yeteri kadar uyuşturucu alan insanlar. kurabildiği minik hayallerle hayatına katlanmaya devam ederek bir şekilde 50-60 sene yaşayıp birkaç mutlu an bırakırsa kendini şanslı sayıp göçüp gidiyorlar tabii arada bazı bireyler çıkıp "keşke daha özgür olsam" "kendimi tutuk hissediyorum ne yapabilirim" gibi söylemlerde bulunup o içlerindeki fırtınaları bir nebze olsun açığa çıkarıyorlar. dışarıdaki vahşi yaşam, henüz 20li yaşlarının başında güzel sayılabilecek, özgüvenini tamamen yitirmiş ve kaybedecek hayallerinden başka bir şeyi kalmayan, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış ve hayatından bir kaçış arayan, allah'ım bana bir yol göster diyip yakarışlarda bulunan masum ve bir kıza "dışarıdan nasıl görünüyorum söyler misiniz?" diye sordurtabiliyor. bunu bir önceki sıfatların hepsine sahip olma şansına sahip olan biri nasıl anlar acaba, bu soru bir tokattır ve zamanın şu anda en büyük hastalığının birkaç kelimeyle vücut bulmuş halidir.
ve elbette biraz mizah, epey mizah. paylaşım. belki biraz sevgi, aşk. gündelik hayat. hayatlarımızın nelerle dolu olduğu ruhumuzda iz bırakan yaralarla ortaya çıkıyor. yakında ciddi olarak diyet yapmayı düşünüyorum, o zaman sadece geçen zamanın diyet üzerindeki etkisiyle alakalı bir blog daha açıp daha genel, misal sebzeler üzerinden, hava durumunun diyetime yaptığı etki üzerinden falan bahsetmek isterim. böyle şeylerle satırları doldurduğuma bakma, aslında mükemmel bir mizah anlayışım vardır. insanlar ne ekerse onu biçer ve yaşadığınız yerin yakınlarında bir mezarlık varsa, hava sürekli fırtınalıysa pek de güzel şeyler ekmek istemiyorsunuz. hepsi bu.
13 Mart 2011 Pazar
kara parçası 13
seviyorum burayı. böyle kendi halime bir şeylerle oyalanıyorum burada. önceden gözlemlerimi yazıyordum, ama şimdi oluşan şartlar neticesinde daha çok günlük gibi kullanıyorum. okuyan, takip eden falan da yok zaten. 3 sene önce beraber össye hazırlandığım ve 3 senedir tek kelime laf etmediğim vasat çocuk dışında da burayı takip eden, bilen eden yok zaten. gördüğüm kadarıyla o da takip etmekten vazcaymış, blogspot engellenince, buradan selam edeyim bari okuyorsa =)
aslında moral bozucu olan ve açığa kavuşturmam gereken pekçok şey var yine. 21 yaşında olmak, son dört seneyi depresyonda, takıntılı ya da her ikisini karıştırıp delirme sınırlarında geçirmek epey şey kaybettirmiş bana, görüyorum. biliyordum bir şeylere yabancılaştığımı o zamanlar, ama bir anda bir şeyler yaşamıştım. biyolojiden ürken ben, okuduğum şeyleri anladığımı görünce 15 günde bir biyoloji kitabı bitirmiş, çözerken de eğlenmiş ve epey zevk almıştım. o büyük çöküşü yaşamasaydım zaten öss'den bir gün sonra kendimi çalışmaya bile şartlamıştım. gerçekten değiştiren bir deneyim geçiriyordum ama varolan kıskançlıklar, nefretler beni uçuruma sürükledi. aslında düştüm o uçurumdan ben biliyorum. olabilme durumumu kaybettim çünkü, olamıyorum. hala akıllıyım, doğaçlama olarak iyi performanslar gösterebiliyorum, ama hepsi o kadar. iç organlarım yağlanmış, tansiyonum düşüyor, nabzım yükseliyor ve ben 21 yaşındayım. 11-12 yaşımdan beri de (bu dönemde okulda bir şeyler gerçekleştirme durumu vardı) açıkçası dışarıdan hiçbir şekilde benliğimi varlayıcı tepkiler alamıyorum. artık psikoloji standında kitap bakarken, bakma diyor babam bana, korkuyor. en yakın arkadaşım addettiğim adam beraber ingilizce dersine girdiğimizde gülüyor, gülüyor çünkü ben kısıtlı bilgi birikimimi maksimum düzeyde kullanıp ilgili olabiliyorum. bu ona komik geliyor, belli ki absürd buluyor durumu, bu çok acı verici bir durum. üniversiteden bir arkadaşımın bir gün yaptığı yorum aklıma geliyor, isyankar olduğumu söyledi bana. evet, bunu anlamaya çalışmıyor, özgür olabilmenin ne demek olduğunu, insanın içinde yanan ateşi veya benim neye tepki gösterdiğimi anlamaya çalışmıyor, ben sadece isyankarım, o kadar. sol kültüre yakın görünen bir kıza anarşist diyip, ama anarşistse bu nasıl anarşist okula geliyor bu gibi yorumlar yapıp okulda derece yapabilme potansiyeline sahip insanlar, ki yapıyorlar. ben reddettim ve bir süre hem reddedip hem beraber götürmeye devam ettim. ama bir yerde patladı bu. yine yalnız kaldım kıskançlık gibi kötücül duygular yine obsesyonlara sebep oldu. hayatımda hiç karl marx okumuş biri değilim ama marx'ın söylediğini, ekonomik koşulların kültürü yarattığı söylemini kendi çevremi gözlemleyip söyleyebilmiş biriyim. bunu bir dehalık ürünü olarak söylemiyorum zaten, dahi olmadığımı, arınabildiğim takdirde "normal" bir insan olduğumu biliyorum. ben sadece farkındayım, insan olmanın doğal bir sürecini yaşıyorum. ama çoğu insan kendi ablam gibi sabah 8'den akşam 10'a kadar işbaşında bulunup, patronlarını zengin ettikleri için bunun farkında olamıyorlar. ötekileştirilme durumu bu. bu ülkede ailenden gelen bir soyluluğa sahip olmadığın ya da soylu bir ortamda bulunmadığın sürece bir şeyler becerebilmeyi denersen gerçekten güçlü sinirlere sahip olman gerekir. globalleşmenin yayılması gözlerimizi yanıltmamalı. bana göre rönesans öncesi avrupa'yı yaşıyoruz. nicelik olarak çok tüketiyor olabiliriz, ama nitelik olarak tükettiklerimizin hiçbir değeri yok. kirlenmiyoruz bile, bizi olmamızı istedikleri şeye çeviriyorlar sadece, o kadar.
annem bugün ilginç bir laf etti, erken doğmuşum dedi. alışveriş merkezlerini, televizyonları falan görünce 50lili yıllarda doğan insanların bunu söylemesi normal tabii. bense 50lili yıllarda doğmuş olmak isterdim aslında. bilgi peşinde koşan varlıklı bir ailede ve çevrede yetişip, doğayı, dünyayı, tanrıyı ve ülkemi iyice tanıyabilmiş biri olmak isterdim. hem dünya o zaman o kadar zorlu olmaz, ben şimdiden somut bir şeyler koyabilmiş olurdum. öyle işte.
aslında moral bozucu olan ve açığa kavuşturmam gereken pekçok şey var yine. 21 yaşında olmak, son dört seneyi depresyonda, takıntılı ya da her ikisini karıştırıp delirme sınırlarında geçirmek epey şey kaybettirmiş bana, görüyorum. biliyordum bir şeylere yabancılaştığımı o zamanlar, ama bir anda bir şeyler yaşamıştım. biyolojiden ürken ben, okuduğum şeyleri anladığımı görünce 15 günde bir biyoloji kitabı bitirmiş, çözerken de eğlenmiş ve epey zevk almıştım. o büyük çöküşü yaşamasaydım zaten öss'den bir gün sonra kendimi çalışmaya bile şartlamıştım. gerçekten değiştiren bir deneyim geçiriyordum ama varolan kıskançlıklar, nefretler beni uçuruma sürükledi. aslında düştüm o uçurumdan ben biliyorum. olabilme durumumu kaybettim çünkü, olamıyorum. hala akıllıyım, doğaçlama olarak iyi performanslar gösterebiliyorum, ama hepsi o kadar. iç organlarım yağlanmış, tansiyonum düşüyor, nabzım yükseliyor ve ben 21 yaşındayım. 11-12 yaşımdan beri de (bu dönemde okulda bir şeyler gerçekleştirme durumu vardı) açıkçası dışarıdan hiçbir şekilde benliğimi varlayıcı tepkiler alamıyorum. artık psikoloji standında kitap bakarken, bakma diyor babam bana, korkuyor. en yakın arkadaşım addettiğim adam beraber ingilizce dersine girdiğimizde gülüyor, gülüyor çünkü ben kısıtlı bilgi birikimimi maksimum düzeyde kullanıp ilgili olabiliyorum. bu ona komik geliyor, belli ki absürd buluyor durumu, bu çok acı verici bir durum. üniversiteden bir arkadaşımın bir gün yaptığı yorum aklıma geliyor, isyankar olduğumu söyledi bana. evet, bunu anlamaya çalışmıyor, özgür olabilmenin ne demek olduğunu, insanın içinde yanan ateşi veya benim neye tepki gösterdiğimi anlamaya çalışmıyor, ben sadece isyankarım, o kadar. sol kültüre yakın görünen bir kıza anarşist diyip, ama anarşistse bu nasıl anarşist okula geliyor bu gibi yorumlar yapıp okulda derece yapabilme potansiyeline sahip insanlar, ki yapıyorlar. ben reddettim ve bir süre hem reddedip hem beraber götürmeye devam ettim. ama bir yerde patladı bu. yine yalnız kaldım kıskançlık gibi kötücül duygular yine obsesyonlara sebep oldu. hayatımda hiç karl marx okumuş biri değilim ama marx'ın söylediğini, ekonomik koşulların kültürü yarattığı söylemini kendi çevremi gözlemleyip söyleyebilmiş biriyim. bunu bir dehalık ürünü olarak söylemiyorum zaten, dahi olmadığımı, arınabildiğim takdirde "normal" bir insan olduğumu biliyorum. ben sadece farkındayım, insan olmanın doğal bir sürecini yaşıyorum. ama çoğu insan kendi ablam gibi sabah 8'den akşam 10'a kadar işbaşında bulunup, patronlarını zengin ettikleri için bunun farkında olamıyorlar. ötekileştirilme durumu bu. bu ülkede ailenden gelen bir soyluluğa sahip olmadığın ya da soylu bir ortamda bulunmadığın sürece bir şeyler becerebilmeyi denersen gerçekten güçlü sinirlere sahip olman gerekir. globalleşmenin yayılması gözlerimizi yanıltmamalı. bana göre rönesans öncesi avrupa'yı yaşıyoruz. nicelik olarak çok tüketiyor olabiliriz, ama nitelik olarak tükettiklerimizin hiçbir değeri yok. kirlenmiyoruz bile, bizi olmamızı istedikleri şeye çeviriyorlar sadece, o kadar.
annem bugün ilginç bir laf etti, erken doğmuşum dedi. alışveriş merkezlerini, televizyonları falan görünce 50lili yıllarda doğan insanların bunu söylemesi normal tabii. bense 50lili yıllarda doğmuş olmak isterdim aslında. bilgi peşinde koşan varlıklı bir ailede ve çevrede yetişip, doğayı, dünyayı, tanrıyı ve ülkemi iyice tanıyabilmiş biri olmak isterdim. hem dünya o zaman o kadar zorlu olmaz, ben şimdiden somut bir şeyler koyabilmiş olurdum. öyle işte.
2 Mart 2011 Çarşamba
kara parçası 12
ne yazsam, ne yazsam? buraya da ktunnel'den girebiliyorum zaten. hangi zihniyet insanların kayıt tuttukları ve herhangi bir argümanı olmayan bir siteyi engelleyebilir ki? içinde bulunduğumuz ve bizleri belli bir kalıba sokmaya çalışan zihniyet tabii ki.
gerçekten çok boktan geçiyor zaman. yine çok fazla hafıza problemi yaşıyorum. anafranil'in üzerimde gösterdiği yanetkiler fazlalaşmaya başladım. kıymetli bir kalp hastası elemanıyım. işsiz güçsüz ordusunun şu an kadrolu elemanıyım. üniversite'de bir çeşit eğitim alıyor görünümündeyim. aslında sorgulamaktan vazgeçtim, çünkü devam etme kararı aldım. en azından düzenli olarak derslere girme durumunu gerektiriyor bu. ama ben soğuk bir odada yorganın ve yastığn konforunu tercih ediyorum. arasıra rüyalar görüyorum. bugün mesela, hastaneye şeker yüklemesi ve diğer testler için gitmem gerekiyordu. ama ben rüyamda kazandığım zaferleri tatmayı buna tercih ettim. ama gerçekten esaslıı bir rüya gördüm. özet olarak ilham veren muhteşem tecrübelerimi bir yönetmenle senaryolaştırıp iki film şeklinde sunup, onlara erişemeyecekleri bir deneyim yaşama imkanı veriyordum. tabii birsürü insanın sevgi-seli falan. şu rock'n roll'dan gelen sisteme tavır endeksli "kendin yap"a noldu ya hu? azılı bir tüketici ve fazla unutkan biri olduğum için hepsi sanki bir karadeliğe girdiler. gerçi arada şarkı sözü yazmaya falan devam ediyorum, unutkanlığın verdiği güçsüzlük ve varolamama durumu engelliyor her şeyi. bazen diyorum, keşke sabah 8 akşam 5 gidebileceğim bir okul, kurs vs. falan olsa. özellikle şu 13-14 yaşında elde ettiğim imkanlar çok iyiymiş. oradaki insanların şu anki durumu bunu gösteriyor zaten. ben nereden mi biliyorum, yapma şunu facebook'tan baktım sadece. bu ilkti tabii, sadece merak ettim şu an neler döndüğünü. insanlar bir meslek, yeni arkadaşlar ve seks deneyimleri edinirken ben kilo alıp, bol bol uyuyup ve unutup konforun ve kalp krizinin kıyısında ıssız ve garip bir yaşam sürüyorum. kapitalizmi anlamaya çalışıyorum. belki de bir bok beceremeyen insanların genel isyanını barındırıyorum bünyemde. en azından artık eskisi kadar nefret uyandırmıyor salak ve hipnotize olmuş insanlar. çünkü onlardan biri olmayı seçtim. gerizekalı sike sürülecek aklı olmayan insanlar paketi yetiştiren sevgili okuluma devam etme kararı aldım. insanlardaki bencillikten ve getirdiği sıkıntılardan nefret ederdim ama bencilin önde gideniyim aslında. şu anal dönemde epey problemlerim olmuş kısaca söylemek gerekirse. tekrar ediyim sabah 8 akşam 5 bir şey arıyorum, çok mu yaşlıyım bunun için? hayatımın sonuna kadar bunu yapabilirmişim gibi hissediyorum halbuki.
tamam tamam, sorgulamıyorum artık, seçtim çünkü, seçtikten sonra sorgulamak sadece zarar getiren bir şeydir. amerikan filmlerinin bize aşılamaya çalıştığı şeyi hepbir ağızdan tekrar ediyorum o zaman:
"yaptığım davranışlar ve inandığım değerler hayatımı daha "iyi" hale getirdi mi?"
gerçekten çok boktan geçiyor zaman. yine çok fazla hafıza problemi yaşıyorum. anafranil'in üzerimde gösterdiği yanetkiler fazlalaşmaya başladım. kıymetli bir kalp hastası elemanıyım. işsiz güçsüz ordusunun şu an kadrolu elemanıyım. üniversite'de bir çeşit eğitim alıyor görünümündeyim. aslında sorgulamaktan vazgeçtim, çünkü devam etme kararı aldım. en azından düzenli olarak derslere girme durumunu gerektiriyor bu. ama ben soğuk bir odada yorganın ve yastığn konforunu tercih ediyorum. arasıra rüyalar görüyorum. bugün mesela, hastaneye şeker yüklemesi ve diğer testler için gitmem gerekiyordu. ama ben rüyamda kazandığım zaferleri tatmayı buna tercih ettim. ama gerçekten esaslıı bir rüya gördüm. özet olarak ilham veren muhteşem tecrübelerimi bir yönetmenle senaryolaştırıp iki film şeklinde sunup, onlara erişemeyecekleri bir deneyim yaşama imkanı veriyordum. tabii birsürü insanın sevgi-seli falan. şu rock'n roll'dan gelen sisteme tavır endeksli "kendin yap"a noldu ya hu? azılı bir tüketici ve fazla unutkan biri olduğum için hepsi sanki bir karadeliğe girdiler. gerçi arada şarkı sözü yazmaya falan devam ediyorum, unutkanlığın verdiği güçsüzlük ve varolamama durumu engelliyor her şeyi. bazen diyorum, keşke sabah 8 akşam 5 gidebileceğim bir okul, kurs vs. falan olsa. özellikle şu 13-14 yaşında elde ettiğim imkanlar çok iyiymiş. oradaki insanların şu anki durumu bunu gösteriyor zaten. ben nereden mi biliyorum, yapma şunu facebook'tan baktım sadece. bu ilkti tabii, sadece merak ettim şu an neler döndüğünü. insanlar bir meslek, yeni arkadaşlar ve seks deneyimleri edinirken ben kilo alıp, bol bol uyuyup ve unutup konforun ve kalp krizinin kıyısında ıssız ve garip bir yaşam sürüyorum. kapitalizmi anlamaya çalışıyorum. belki de bir bok beceremeyen insanların genel isyanını barındırıyorum bünyemde. en azından artık eskisi kadar nefret uyandırmıyor salak ve hipnotize olmuş insanlar. çünkü onlardan biri olmayı seçtim. gerizekalı sike sürülecek aklı olmayan insanlar paketi yetiştiren sevgili okuluma devam etme kararı aldım. insanlardaki bencillikten ve getirdiği sıkıntılardan nefret ederdim ama bencilin önde gideniyim aslında. şu anal dönemde epey problemlerim olmuş kısaca söylemek gerekirse. tekrar ediyim sabah 8 akşam 5 bir şey arıyorum, çok mu yaşlıyım bunun için? hayatımın sonuna kadar bunu yapabilirmişim gibi hissediyorum halbuki.
tamam tamam, sorgulamıyorum artık, seçtim çünkü, seçtikten sonra sorgulamak sadece zarar getiren bir şeydir. amerikan filmlerinin bize aşılamaya çalıştığı şeyi hepbir ağızdan tekrar ediyorum o zaman:
"yaptığım davranışlar ve inandığım değerler hayatımı daha "iyi" hale getirdi mi?"
12 Şubat 2011 Cumartesi
kara parçası 11
ho ho ho. karışık duygularla örülü birkaç günü geride bıraktım. düzenli olarak diyet yapıp uygun uyuma saatleri geçirdiğim zamanlarda kendimi son derece iyi hissettim. bunda krishnamurti abiyi keşfedip fikir ve inançlardan arındırılmış bir varolma halinin aslında bizleri tek "bütün" edebilen bir durum olduğunu anlamam da etkili oldu. dün mesela kötüydüm, saatlerce uyudum. sadece birkaç saat uyanık kalmışımdır. onda da john lennon'ın gençliğini anlatan filmi izledim. iyiydi. tam tabiriyle "bok" gibi hissetmiştim kendimi dün. bir önemi yok. her şey sadece şu anda var. sadece şu anda sevgi eylemini gerçekleştirmek bizleri "huzurlu" kılar.
yalnızım yine tabii. birkaç gün kimseyle konuşmadığım oluyor. mesela dünün çok kötü geçmesinde saat 4'de uyuyuşumun ve 5 saat sonra annemin gelip kafamın etini çok şiddetli olarak yemesinin büyük payı var. şu birsürü parası olan ama huzuru bulamayan amerikan aileleri gibi bir durumumuz var diye düşünüyorum bazen. öyle bi durum da yok gerçi. sevgi gösterme konusunda kendimi sıkıntılı hissetmiyorum, belki paylaşacak az şeyimiz var ama sahip olduğumuz sevgi bizi bir arada tutuyor, önemli olan da o. mert'le konuştum mesela. değişen yönetmelik yüzünden okulu bir yıl uzadı ve bunu ailesine söyleyemediğini söyledi. ben okula ara verme durumunun oluştuğunu aileme söyleyebildim. şu 3-4 seneki olaylar yaşanmasaydı belki ben de söyleyemezdim, ama yaşananlar yaşandı ve ben en azından yaşantımla alakalı önemli kararları söylenmesi gereken kişilere söylüyorum, onların anlayabileceği şekilde tabii. çok mükemmel de değiliz, her şeyi açık açık konuşamıyoruz, anlayamayabilecekleri durumlar oluyor, ama eskisinden daha iyi anlayışımız.
yalnızım yine tabii. birkaç gün kimseyle konuşmadığım oluyor. mesela dünün çok kötü geçmesinde saat 4'de uyuyuşumun ve 5 saat sonra annemin gelip kafamın etini çok şiddetli olarak yemesinin büyük payı var. şu birsürü parası olan ama huzuru bulamayan amerikan aileleri gibi bir durumumuz var diye düşünüyorum bazen. öyle bi durum da yok gerçi. sevgi gösterme konusunda kendimi sıkıntılı hissetmiyorum, belki paylaşacak az şeyimiz var ama sahip olduğumuz sevgi bizi bir arada tutuyor, önemli olan da o. mert'le konuştum mesela. değişen yönetmelik yüzünden okulu bir yıl uzadı ve bunu ailesine söyleyemediğini söyledi. ben okula ara verme durumunun oluştuğunu aileme söyleyebildim. şu 3-4 seneki olaylar yaşanmasaydı belki ben de söyleyemezdim, ama yaşananlar yaşandı ve ben en azından yaşantımla alakalı önemli kararları söylenmesi gereken kişilere söylüyorum, onların anlayabileceği şekilde tabii. çok mükemmel de değiliz, her şeyi açık açık konuşamıyoruz, anlayamayabilecekleri durumlar oluyor, ama eskisinden daha iyi anlayışımız.
29 Ocak 2011 Cumartesi
kara parçası 10
az önce ağzımı açık bırakan bir sonla biten dogville'i izledim.açıkçası filmin gidişatından ne anlatılmak istediğini anlamış biri olarak görürken kendimi 9. kısımda "kibir" kelimesinden o köyde geçen olaylar öyle bir irdelendi, karakterin davranışları öyle bir analiz edildi ki, kaldım diyebilirim. bu kadarını beklemedim bu filmden, ama insanları bağışlamanın en büyük kibirlerden biri olduğunu bu kadar şok edici biçimde anlatmak başka türlü mümkün olamazdı, olsaydı da bu kadar etkili olamazdı. bizler kim oluyoruz da, kendimizi üstün özelliklere sahip görüp diğer insanların buna ulaşamayacağına "karar" verip, onların yanlış ve yoz davranışlarını bu nedenle affediyoruz. insanları bağışlamak ya da affetmek konusunda sert sınırlar çekmemiz gerek ve tepki vermemiz gerek. bir de tepki koyanları kibirli addediyoruz, saçmalık hepsi.
bugün selimle vakit geçirdim ve biraz da gitar çaldım. sabahki uyku basmasına yüz vermemem de etkileyiciydi. bana puanım 9 panpa. şizofrenik reklam cingılları wauuvv.
bugün selimle vakit geçirdim ve biraz da gitar çaldım. sabahki uyku basmasına yüz vermemem de etkileyiciydi. bana puanım 9 panpa. şizofrenik reklam cingılları wauuvv.
27 Ocak 2011 Perşembe
kara parçası 9
sonraki birkaç günde kötü geçti. ya da şöyle diyeyim, kötünün kötüsü. güne hç başlamamış olmak için öğlenleri uyanmaya gayret ettim. sabahları ayık olduğum normal anlarda saniyeleri saydım. öğlenleriyse kalktığımda saatleri saydım. akşam olduğundaysa kaç gün geçtiğini sayıyorum, duvara çizikler atmasamda bir sonraki günü ve geçen haftayı hayretle geride bırakıyorum. sürekli bir şeylerin gölgesinde yaşamak epey bunaltıcı ve el-ayak bağlayıcı. ama bugün..
bugün erken uyandım. sanırım dün bir şeyleri kovalamam ve dışarı çıkmam da bunda etkili. diyet yapmaya çalışıyorum. biliyorum biraz kilo verirsem biraz direnç de kazanırım. çünkü bir şeyleri başarmış olmanın getirdiği onarıcılıkta bulunacak işin içinde.
dün neredeyse son birkaç seneyi yok sayıcı bir işe kalkıştım. dört sularında gazeteden öss tarihinin 2 günlüğüne uzatıldığını gördüm. 2. gündü ve direkt eve gidip internetten kayıt için bilgisayar başına geçtim. lakin bu benim için namümkündü vu nedenle açık lise bulmam gerkiyordu. üç tane lise dolaştım ve açık olanı bulamadım. ablama söylediğinde bir akşam lisesi buldu bana. karar vermem gerekiyordu. ve ben aynı saatte olan encounter'ı seçtim. doğru karar verdiğimi düşünüyoru tekrar düşündüğümde. tamam bölümüm için idealist biri olduğumu söyleyemem ama sınavlardan önce ders notlarını okuyarak dahi pekçok sınav verilebilir düzeyde. benim bunu dahi becerememem, buna dahi zaman ayıramamam kişisel sorunlarımdan kaynaklanıyor. biraz ara verip dinlendiğimde önümdeki birkaç seneyi toparlayacak birikimi edinirim diye düşünüyorum.
sahile kıyamıyorum. o kadar iyi hissettiriyor ki gittiğimde, tüketmemek için çok az iniyorum. öyle işte.
bugün erken uyandım. sanırım dün bir şeyleri kovalamam ve dışarı çıkmam da bunda etkili. diyet yapmaya çalışıyorum. biliyorum biraz kilo verirsem biraz direnç de kazanırım. çünkü bir şeyleri başarmış olmanın getirdiği onarıcılıkta bulunacak işin içinde.
dün neredeyse son birkaç seneyi yok sayıcı bir işe kalkıştım. dört sularında gazeteden öss tarihinin 2 günlüğüne uzatıldığını gördüm. 2. gündü ve direkt eve gidip internetten kayıt için bilgisayar başına geçtim. lakin bu benim için namümkündü vu nedenle açık lise bulmam gerkiyordu. üç tane lise dolaştım ve açık olanı bulamadım. ablama söylediğinde bir akşam lisesi buldu bana. karar vermem gerekiyordu. ve ben aynı saatte olan encounter'ı seçtim. doğru karar verdiğimi düşünüyoru tekrar düşündüğümde. tamam bölümüm için idealist biri olduğumu söyleyemem ama sınavlardan önce ders notlarını okuyarak dahi pekçok sınav verilebilir düzeyde. benim bunu dahi becerememem, buna dahi zaman ayıramamam kişisel sorunlarımdan kaynaklanıyor. biraz ara verip dinlendiğimde önümdeki birkaç seneyi toparlayacak birikimi edinirim diye düşünüyorum.
sahile kıyamıyorum. o kadar iyi hissettiriyor ki gittiğimde, tüketmemek için çok az iniyorum. öyle işte.
24 Ocak 2011 Pazartesi
kara parçası 8
midem bulanıyor, midemi bulandırıyor her şey, çok ama çok hastayım.
cuma mı perşembe mi neyse şu okulla alakalı durumu google grubuna gönderdim. göndermem gerektiğini düşünüyordum, en azından bilgilendirme maksatlı ve bu kadar yabancılaşmamak adına. birkaç tane sürpriz olmayan geribildirim aldım. aslında bunu hiç yapmamalıydım. özellikle zeynep ayrıntı sorduğunda o uzunca tasvir ettiğim şeyleri anlatmamalıydım. normal nedir ki? toplum normlarına ayak uyduramayınca yaratıcı özellikleri de desteklenmeyip negatif tarafa doğru salaşça itildiğinde kişinin kendini bulduğu yere delilik diyoruz ama bu belli.ben bu toplumun normal olduğunu kabul etmiyorum, onun için bu topluma uyum sağlayamadım diye de pek kendimi deli olarak falan görmüyorum. akıl fonksiyonlarım belki herkesinkinden farklı çalışıyor olabilir. cem yılmaz'ı gördüm mesela gösterisinde. o adamında beyni farklı çalışıyor, benim ki de. fakat o mükemmel bir hayat yaşayıp 7 ceddine yetecek kadar para kazanırken, ben toplumdan iyice uzaklaşıyor ve depresyona sürükleniyorum. içimde bir şeylerin özlemi var. ve hep olucak biliyorum. çok farklı olabilirdi her şey, ben eğer eğitimli bir ailenin mensubu olsaydım ve hayatımda edindiğim arkadaşlıklar ve yaşadığım tecrübeler ona göre şekillenseydi. ama ben maalesef eğitimsiz bir ailede doğdum. korkuyla ve dini zırvalarla büyüdüm. hiç kız arkadaşım olmadı. hiçbir zaman bir spor dalında başarılı olamadım. korktuğum için daha iyi bir lisede öğrenim göremedim. öss'ye girdiğimde aklımdan geçen tanrı'ya küfürlerin korkusuyla soruları çözüyordum. tercihleri yaptığımda aksilik çıkacakmış gibi yaşadım ve çevreme kötü davrandım. şimdiyse ellerim titriyor, insani özelliklerimizi kaybetmemize neden olan boktan sistemin çarklarında bir dişli olabilmek için sikik bi bölümü doğru dürüst almanca bilmeyen müsveddelerle almanca okuyorum, bir şeyler yapmak istedim, 6 ayda iki düzineye yakın şarkı çıkarttım, bir ara hayallergördüm, lanetli olduğumu düşündüm, kaldıramadım. şimdi galiba yine bir depresyonun içindeyim. 1.5 ayda bir gördüğüm bir adamın verdiği ilaçlarla ve 15 dakikalık terapisiyle iyileşiceğimi düşünüyorum ve ona seans başına 350 tl veriyorum. içimdeyse her zaman, edinemediğim arkadaşlıklarımın, öpemediğim sevgililerimin, bilgeliklerinden kendime yeni yollar edinemediğim insanların özlemi var. gerçekten bir yara bu. ve gitgide kronikleşiyor, derinleşiyor..
cuma mı perşembe mi neyse şu okulla alakalı durumu google grubuna gönderdim. göndermem gerektiğini düşünüyordum, en azından bilgilendirme maksatlı ve bu kadar yabancılaşmamak adına. birkaç tane sürpriz olmayan geribildirim aldım. aslında bunu hiç yapmamalıydım. özellikle zeynep ayrıntı sorduğunda o uzunca tasvir ettiğim şeyleri anlatmamalıydım. normal nedir ki? toplum normlarına ayak uyduramayınca yaratıcı özellikleri de desteklenmeyip negatif tarafa doğru salaşça itildiğinde kişinin kendini bulduğu yere delilik diyoruz ama bu belli.ben bu toplumun normal olduğunu kabul etmiyorum, onun için bu topluma uyum sağlayamadım diye de pek kendimi deli olarak falan görmüyorum. akıl fonksiyonlarım belki herkesinkinden farklı çalışıyor olabilir. cem yılmaz'ı gördüm mesela gösterisinde. o adamında beyni farklı çalışıyor, benim ki de. fakat o mükemmel bir hayat yaşayıp 7 ceddine yetecek kadar para kazanırken, ben toplumdan iyice uzaklaşıyor ve depresyona sürükleniyorum. içimde bir şeylerin özlemi var. ve hep olucak biliyorum. çok farklı olabilirdi her şey, ben eğer eğitimli bir ailenin mensubu olsaydım ve hayatımda edindiğim arkadaşlıklar ve yaşadığım tecrübeler ona göre şekillenseydi. ama ben maalesef eğitimsiz bir ailede doğdum. korkuyla ve dini zırvalarla büyüdüm. hiç kız arkadaşım olmadı. hiçbir zaman bir spor dalında başarılı olamadım. korktuğum için daha iyi bir lisede öğrenim göremedim. öss'ye girdiğimde aklımdan geçen tanrı'ya küfürlerin korkusuyla soruları çözüyordum. tercihleri yaptığımda aksilik çıkacakmış gibi yaşadım ve çevreme kötü davrandım. şimdiyse ellerim titriyor, insani özelliklerimizi kaybetmemize neden olan boktan sistemin çarklarında bir dişli olabilmek için sikik bi bölümü doğru dürüst almanca bilmeyen müsveddelerle almanca okuyorum, bir şeyler yapmak istedim, 6 ayda iki düzineye yakın şarkı çıkarttım, bir ara hayallergördüm, lanetli olduğumu düşündüm, kaldıramadım. şimdi galiba yine bir depresyonun içindeyim. 1.5 ayda bir gördüğüm bir adamın verdiği ilaçlarla ve 15 dakikalık terapisiyle iyileşiceğimi düşünüyorum ve ona seans başına 350 tl veriyorum. içimdeyse her zaman, edinemediğim arkadaşlıklarımın, öpemediğim sevgililerimin, bilgeliklerinden kendime yeni yollar edinemediğim insanların özlemi var. gerçekten bir yara bu. ve gitgide kronikleşiyor, derinleşiyor..
19 Ocak 2011 Çarşamba
kara parçası 7
into the wild'ı izledim az önce. tabii böyle bir dönemde bu tür bir film izlediğim için doğal olarak şu anki hayatımla alakalı kapana kıstırılmışlığımın ayırdına vardım bir kez daha. adam kanunlar, koyduğumuz kurallar ve yasalar, bunlarda yanlış bir şeyler var demiş ve tam iki yıl boyunca amerikada gezginlik yapmış. bir de bunu izleyip bu tarz triplere hasta olan insanlar var. gerçek hayatta bu gibi insanları gördükleri zaman inanılmaz rahatsızlık duyacakları halde bunlar önlerine servis edildiğinde çok güzel tüketiyorlar. ben şahsen bu adamla aynı kafadayım. çok garip ki şu dönemlerde okuduğum london, tolstoy gibi insanlardan etkilenmiş, o da. aramızdaki farksa onun gördüklerinin esiri olmayıp arayışlara girmesi ve eylemlerde bulunması. tamamen tek başına bir yaşam mücadelesi vermesi. bu adamın açlıktan öldüğünü görmeden önce dahi, ya hu herif ne dirayetli işte aynı rahatsızlıklarımız var adam gitmiş eylemlerini sıralıyor, avladığı kuşlarla falan besleniyor, ben bu filmi izlemeden önce yarım kase fıstık ezmesi yedim amk, dedim kendi kendime. bu benim elimde mi değil mi, neredeyse dört senelik bir psikolojik tedavi sürecinden sonra buna karar veremiyorum. yani 2 saat önce ne yaptığımı hatırlayamazken birkaç sene öncesinin etkilerini nasıl bu kadar sert yaşarım anlayamıyorum. ama yine de eylemde bulunarak yeni insanlar tanıyarak başka şeyler mümkün tabii. yarın bol bol ingilizce pratiği yapıp liz'e şu içeceğimiz kahve noldu desem iyi olur galiba.
18 Ocak 2011 Salı
kara parçası 6
herhangi bir şeyle uğraşıyorsam ve uğraştığım işin dolaylarında başka şeyler yapılıyorsa o şeylere acayip takılıyorum. bugğn ingilizce kursunda büyük ihtimalle survival olduğunu saydığım çocuğa aşırı takılıp kendi önümdeki bilgisayarda yazılı dökğmana konsantrasyon sağlayamadım ve aptal saptal yanlışlar yaptım. bilgisayardan kafamı kaldırıp çıkmaya hazırlanırken çocuğun gayet upper waystage olduğunu görüce şaşırdım tabii.
yine aynı durum sürücü kursundan çıktığımda kahve içerken meydana geldi. yanımda iki tane liseli vardı ve erkek olanının sesi o kadar rahatsız edici geldi ki bana okuduğum şeye belki yarıyarıya bile konsantrasyon sağlayamadım. çok kötüydü gerçekten. bir yandanda lisede neden belli bir dönemden sonra hocaları dinlemeyi bırakıp arka sırada 2 arkadaşımla cep telefonunda oyunlar oynadığımı anladım. o zamanlar adını koyamıyordum ama bu yapay kurallara uyma meselesini o iki liselide görünce iğrendim. hapsolmuşlardı, en az yarım saat okul derslerinin notlarından konuştular. bir de yurtdışına çıkma durumları varmış sanırım. bir o kadar da içeriksiz şuraya mı gitsem buraya mı serzenişleri. keşke diyorum yönlendiren birileri olsaydı da kendi kurallarını kendin koy fasilitesini şöyle 16-17 yaşlarımda kavrasaymışım. belki o bunalımı daha çabuk atlatır ve şu anda gayet idare eder olurdu.
bunalım demişken. şu elektro şokları yememden sonra 15 ay geçti ve ben bir depresyonu yavaş yavaş bitirip hemen başka birdepresyonun kollarına atıldım. hafıza denen bir şey de hiç yok zaten. 2 gün öncesiyle veya iki hafta öncesiyle alakalı hiçbir şey hatırlayamıyorum. tek hatırladığım şey 3-4 yıl öncesinden kalan rahatsız edici surat imgelemleri. olayları bile unuttum, sadece suratlar yeteri kadar rahatsız edici olabiliyor. sahile gidip denizi izleme işini eskitmekten korktuğumdan yapamıyorum. saçmalık işte. gerçekten iyileştirici şeyler yapmalıyım.
yine aynı durum sürücü kursundan çıktığımda kahve içerken meydana geldi. yanımda iki tane liseli vardı ve erkek olanının sesi o kadar rahatsız edici geldi ki bana okuduğum şeye belki yarıyarıya bile konsantrasyon sağlayamadım. çok kötüydü gerçekten. bir yandanda lisede neden belli bir dönemden sonra hocaları dinlemeyi bırakıp arka sırada 2 arkadaşımla cep telefonunda oyunlar oynadığımı anladım. o zamanlar adını koyamıyordum ama bu yapay kurallara uyma meselesini o iki liselide görünce iğrendim. hapsolmuşlardı, en az yarım saat okul derslerinin notlarından konuştular. bir de yurtdışına çıkma durumları varmış sanırım. bir o kadar da içeriksiz şuraya mı gitsem buraya mı serzenişleri. keşke diyorum yönlendiren birileri olsaydı da kendi kurallarını kendin koy fasilitesini şöyle 16-17 yaşlarımda kavrasaymışım. belki o bunalımı daha çabuk atlatır ve şu anda gayet idare eder olurdu.
bunalım demişken. şu elektro şokları yememden sonra 15 ay geçti ve ben bir depresyonu yavaş yavaş bitirip hemen başka birdepresyonun kollarına atıldım. hafıza denen bir şey de hiç yok zaten. 2 gün öncesiyle veya iki hafta öncesiyle alakalı hiçbir şey hatırlayamıyorum. tek hatırladığım şey 3-4 yıl öncesinden kalan rahatsız edici surat imgelemleri. olayları bile unuttum, sadece suratlar yeteri kadar rahatsız edici olabiliyor. sahile gidip denizi izleme işini eskitmekten korktuğumdan yapamıyorum. saçmalık işte. gerçekten iyileştirici şeyler yapmalıyım.
14 Ocak 2011 Cuma
kara parçası 5
2 gün oldu. iyice dağıldım, dağıldım. öğlenleri uyuyarak geçirdim. sanırım biraz zamansızlığa ihtiyacımız var insanlar olarak, en fazla da benim. bugün babamla vakit geçirdim ve sanırım babama en çok yaklaştığım, onun gerçekten "biri" olduğuna inandığım günlerden biri oldu bu. hak verdim de, haksız değildi ve her zaman alacağım kararlara saygı duyduğunu bilmek beni rahatlattı. tanrım, iyi ki bir ailem var ve durun, ben biraz ara vermeliyim, nefes almalıyım dediğimde yanımdalar.
gittiğimiz animasyonda iyiyle kötünün ayrıcalıklı bir mücadelesi vardı. aslında iyi veya kötü diye bir şey yok. doğuştan iyi veya kötü değiliz, onları biz yaratıyoruz. bütün insanlık olarak çevremize yaptığımız etkilerle iyi veya kötü oluyoruz, evet. hapishanede drama eğitimi veren arkadaşımın da dediği gibi zaten, insanları suça çevre şartları ve dirayetleri itiyor. hiçbirimiz zayıf olduğumuz için suçlu değiliz. kötüler var evet, ama salt iyiler ve salt kötüler yok. insanlık olarak saçtığımız karabulutlardan birileri daha fazla etkileniyor "suçlu" oluyor sadece, hepsi bu. umarım her geçen gün daha iyileşebilirim.
gittiğimiz animasyonda iyiyle kötünün ayrıcalıklı bir mücadelesi vardı. aslında iyi veya kötü diye bir şey yok. doğuştan iyi veya kötü değiliz, onları biz yaratıyoruz. bütün insanlık olarak çevremize yaptığımız etkilerle iyi veya kötü oluyoruz, evet. hapishanede drama eğitimi veren arkadaşımın da dediği gibi zaten, insanları suça çevre şartları ve dirayetleri itiyor. hiçbirimiz zayıf olduğumuz için suçlu değiliz. kötüler var evet, ama salt iyiler ve salt kötüler yok. insanlık olarak saçtığımız karabulutlardan birileri daha fazla etkileniyor "suçlu" oluyor sadece, hepsi bu. umarım her geçen gün daha iyileşebilirim.
11 Ocak 2011 Salı
kara parçası 4
şimdi ekşi sözlükte son yıllarda içkinin kısıtlanmasının giderek artmasıyla alakalı hakkında onlarca entry girilmiş bir başlığı okuyordum. ne yazdıklarını bilerek yine de okudum yazdıklarını. yasaklardan nefret ederim, elimde olsa dünyadaki her şeyi serbest hale getirir herkese adil şekilde paylaştırım. maalesef kendimde dünyayı değiştirecek o yüce ruhu taşıyacak direnci göremiyorum. bir yerinden tutsam kesin biryerlerde yüzüme gözüme bulaştırırım. kimin ne düşündüğü umurumda değil, ama düşünsel olarak bu kadar kıt insanların bulunduğu bir ülkede yaşamayı sevmiyorum. bugün ben koskoca birgünde karşıma birini bulup muhabbet edip hayatı paylaşamıyorsam ve bunun sebebi de karşımdaki insanların algılarının kıt ve dogmalarla perçinlenmiş olduğunu görüyorsam, kendimde de o inanılmaz vatanperverliği bulmuyorsam bu ülkenin şu anki düzeninde yaşamaktan nefret ediyorum. bazen acayip kıskanıyorum şu taksim'de insanlara karşı slogan atıp gazete dağıtan elemanları. keşke ben de üzerime üzerime yürüyen yüzlerce insana karşı düşündüklerimi, inandıklarımı fütursuzca haykırabilsem. benim tek ihtiyacım olan yazmak, muhabbet ve bolca deniz manzarası.
10 Ocak 2011 Pazartesi
kara parçası 3
fazladan ilaç içmeme rağmen normal bir uyku süresi geçirdim. sabah kalktım, beni güne başlatacak şeyin gazete olacağı telaşıyla gazetenin her bokunu okudum. aylar sonra elime kağıt kalem aldım ve ingilizce kelimeler bütünlüğünü yazıp mantar panoya astım. bir şeylerin altında ezilmiş olmanın verdiği sıkıntıyı ve yapılan bir çözümle gelen onarıcı duyumsamayı iliklerime kadar hissettim. daha sonra babm çaldırdı telefonumu. pazartesi saat 3'te sinemaya gitmek için buluşan bir orta yaşlı bir de 20li yaşların başındaki bir genç bulmak, işaretlemek hakikaten zor. işte onlar biziz, aylak takımıyız. her boku ters düz edebilirim gerçekten. babamla aslında şu anda benzeşen pekçok ortak yanımız var, bunu görüyorum. önemli bir fark var ama, ben bedellerini ödeyip hayatımın kalan kısmında huzuru hala bulma şansına sahibim, belki de. ve kendime şu soruyu sorma ve 3-4 satırlık yeterince açıklayıcı bir cevap verme ihtiyacı hissediyorum. gözlerimi kapatıyorum ve sahneyi yaşıyorum.
- aaauvv celal meraba! yaa şey, sen neden yoksun acaba, bilemedim benn?..
- halletmem gereken bazı problemlerimin olduğunu ve okulun bunlara ket vurduğunu farkettiğim için "ara" verme durumunun oluştuğunu gördüm. birbirine yabancılaşmış ve adeta duygusal buzlanma ve anlamsızlaştırma yaşayan bir topluluğun içinde, işletme gibi bilim olduğu bile tartışılır olan acayip bir fonksiyonun derslerini almanca terimlerle türkçe dinleyip sınavları da almanca vermek için henüz kendimi feda edemem. şu şartlarda, bir feda etme durumu var tabii ki, gelecek sene oluşacak şartlarda daha sağlıklı bir ortam içerisinde daha iyi adpate olabildiğim bir süreçte daha yapıcı okul dönemleri geçirmeyi planlıyorum. yeter ki çevremdeki insanlar yine bu kadar bencil, duygusal tepkilere yabancı ve hipnotize durumda olmasınlar.
- aaauvv celal meraba! yaa şey, sen neden yoksun acaba, bilemedim benn?..
- halletmem gereken bazı problemlerimin olduğunu ve okulun bunlara ket vurduğunu farkettiğim için "ara" verme durumunun oluştuğunu gördüm. birbirine yabancılaşmış ve adeta duygusal buzlanma ve anlamsızlaştırma yaşayan bir topluluğun içinde, işletme gibi bilim olduğu bile tartışılır olan acayip bir fonksiyonun derslerini almanca terimlerle türkçe dinleyip sınavları da almanca vermek için henüz kendimi feda edemem. şu şartlarda, bir feda etme durumu var tabii ki, gelecek sene oluşacak şartlarda daha sağlıklı bir ortam içerisinde daha iyi adpate olabildiğim bir süreçte daha yapıcı okul dönemleri geçirmeyi planlıyorum. yeter ki çevremdeki insanlar yine bu kadar bencil, duygusal tepkilere yabancı ve hipnotize durumda olmasınlar.
9 Ocak 2011 Pazar
kara parçası 2
sahildeydim yine. basketbol sahasında futbol oynayan çocukları ve adamları izledim. kocaeli'nde geçirdiğim günler geldi aklıma. tel örgğler içinde oynadığımız ve müthiş keyif aldığımız günler. metaldende olsa topu ağlara göndermek müthiş bir keyifti. o topa o kadar çok dokunmak istedim ki. halbüse bu sene içerisinde 2-3 kere hayali bir topla baketbol oynamıştım.
beni bekleten annemle ablama sinirlendim.ve bir daha onlarla dışarı çıkmayacağımı falan söyledim. aslında hep palavraydı sıktıklarım. deli gibi keyif aldım beklerken. birilerinin beni bekletmesi bile güzel bir şey aslında. gün sonunda tahriş olmuş boğazımı temizlemek için kahvemi yudumlarken aynı hastalıklı düşünceler içerisinde ablamla muhabbet etmeye devam ettim. tekrar össye girebilir misin? yapmaa, işletme okumak her zaman koka kolanın satışlarına katkı yapmak anlamına gelmeyebilir. belki reklam metni yazarlığı yapabilirim. uzun metinler yazmak için fazlaca tembelim, ama insanların kafasına zamklanmış bir sürü slogan uydurabilirim. güzel bir şey bu. veya dnr gibi bir mağazada kitap bölümünden sorumlu bir görevli olmak da olabilir. önemli olan bir şekilde mutluluk eksenim içerisinde bir eylemde bulunmak. becerebilir miyim, belki.
beni bekleten annemle ablama sinirlendim.ve bir daha onlarla dışarı çıkmayacağımı falan söyledim. aslında hep palavraydı sıktıklarım. deli gibi keyif aldım beklerken. birilerinin beni bekletmesi bile güzel bir şey aslında. gün sonunda tahriş olmuş boğazımı temizlemek için kahvemi yudumlarken aynı hastalıklı düşünceler içerisinde ablamla muhabbet etmeye devam ettim. tekrar össye girebilir misin? yapmaa, işletme okumak her zaman koka kolanın satışlarına katkı yapmak anlamına gelmeyebilir. belki reklam metni yazarlığı yapabilirim. uzun metinler yazmak için fazlaca tembelim, ama insanların kafasına zamklanmış bir sürü slogan uydurabilirim. güzel bir şey bu. veya dnr gibi bir mağazada kitap bölümünden sorumlu bir görevli olmak da olabilir. önemli olan bir şekilde mutluluk eksenim içerisinde bir eylemde bulunmak. becerebilir miyim, belki.
8 Ocak 2011 Cumartesi
kara parçası
alkışlar içerisinde yaşıyoruz hayatımızı. ne kadar alkış duyarsak, gözler ne kadar üzerimizdeyse o kadar mutlu oluyoruz. bizleri izleyenler çevremizdekiler tabii ki, biz de sahnedeyiz. rengarenk kostümlerimizle. seyircilerimizin görmek istediği şeyleri gösteriyoruz. anlayabilecekleri ve hoş hisler duyabilecekleri hisleri yansıtıyoruz onlara. gerekirse biraz melankoli de ekleyebiliyoruz. insanların içindeki karanlık tarafı aşk acısı süsüyle örtüyoruz ve onlara öyle sunuyoruz. geleneklerimize tutunup geleceği düşlüyoruz. elbette gerizekalı topluluğu kaybetmemek için osuruyoruz, kekeliyoruz. mide bulandırıcıyız gerçekten. ama ambalajlarımız çok ışıltılı olduğu için yaşadığımız hayatı güzel sanıyoruz. güzel de bizim için iyi anlamına geldiği için içimizde herhangi bir kuşku oluşmuyor. pet şişelerimizde hayat yazıyor, kana kana içiyoruz. kurduğumuz para döngüsünün içine tanrıyı da katıyoruz ve onu da bir meta haline dönüştürüp bir popstar algısı oluşturuyoruz. en içtenlikle göstereceğimiz duygularımızı saklıyoruz ve tahammül ediyoruz. tahammül edemeyenleriyse ya tımarhaneye tıkıyoruz ya da bir yafta verip ilişkimizi kesiyoruz. aklımızı karıştırmamalıyız tabii ki. daha iyi bir düzen veya kendini gerçekleştirmek gibi düşüncelerimizi evcilleştiriyoruz. hayatımızdaki seçimler coca cola veya pepsi mi içsemden öteye geçmiyor. hepimiz bir kara parçasında yaşıyoruz.
7 Ocak 2011 Cuma
son durum
bunaldım, çok bunaldım. sahile indim, yapayalnızdım. bir ben vardım, bir martılar vardı, bir de kaybedenler. zira haftanın ikinci işgünü öğle sularıydı ben sahilde martılara ve denizin dalgalarına bakarken. benliğimin ve unutkan hafızamın esiri oldum belki de. dünyayı değiştireceğimi düşündüm, bir ara ciddi ciddi buna inandım. belki hala değiştirebilirim, bilmiyorum. ben hayalperest oldum, kendi doğrularımın peşinden koşmaya karar verdim. ama maalesef belki de tek başınalığı kaldıramadım. o kadar da güçlü biri değilim belki. ben onlar gibi olamazdım. onlar gibi olmak için çok geçti çünkü. çok fazla şey yaşadım, çok fazla nevrotik duygular içeriyorlardı. geçmişte yaşananlara saplanıp bir kısır döngü içine girdim. moralimi bozmamaya çalıştım. ama sürekli kendiyle kavga halinde olan her yalnız insan gibi ben de yenildim. insan kendisine her zaman yenilir çünkü, özellikle saplantılıysa. halbuki ben bana yarayacak ilacı bulmuştum. yaratacaktım, birsürü insan tanıyacaktım. bir sevgili bulurdum belki. onun mutluluğunda kendi mutluluğumu arardım. beceremedim, saplantılarım yüzünden beceremedim. kimse beni dinlemedikten sonra bunlar nasıl olabilirdi ki zaten? ben kendi şarkılarımın peşine düşerken başkalarının şarkılarıyla yaşayan insanlar benim gibileri gerçekten anlayabilirler miydi ki?
yozlaşmış, iğrenç bir çevrede yaşıyoruz. hele ki buradaysanız ve kendine yabancılaştığının farkında olmayan ve kurdukları düzenin belirli bir miktar karşılığında kölesi olan insanların arasındaysanız gerçekten iğrenç bir çevrede yaşıyoruz. insanlara kendinden bahsedemez duruma düşürür eğer adapte olamamışsan bu hipnotize olmuş insanlara. söyleyecekleri şeyler önceden ezberlenmiş zaten. herkesin vereceği tepki o kadar kestirlebilir ki? güzelllik veya çirkinlik insanların kendi algısında değil artık, onları pazarlayanların algısında. onlar bu güzel derse siz de güzel demek durumundasınız. yapabileceğiniz hiçbir şey yok. özellikle kelimeleri bolca unutuyor ve kendinize güveninizin boşa çıktığını görüyorsanız, gerçekten yapabileceğiniz hiçbir şey yok.
evet, niye peki böyle saçmasapan konuşuyorum ben. içinde bulunduğum şartlar okulu dondurma kararı almama neden oldu, o yüzden. sanırım önümde 7-8 aylık bir zaman dilimi var ve bu süreçte kendimi toparlamalıyım. bolca sahile inmeliyim. denizi izleyip hayatımdaki diğer süreçlere, bilhassa kendime odaklanmalıyım. iyileşmeliyim, kahretsin. iyileşmeliyim.
yozlaşmış, iğrenç bir çevrede yaşıyoruz. hele ki buradaysanız ve kendine yabancılaştığının farkında olmayan ve kurdukları düzenin belirli bir miktar karşılığında kölesi olan insanların arasındaysanız gerçekten iğrenç bir çevrede yaşıyoruz. insanlara kendinden bahsedemez duruma düşürür eğer adapte olamamışsan bu hipnotize olmuş insanlara. söyleyecekleri şeyler önceden ezberlenmiş zaten. herkesin vereceği tepki o kadar kestirlebilir ki? güzelllik veya çirkinlik insanların kendi algısında değil artık, onları pazarlayanların algısında. onlar bu güzel derse siz de güzel demek durumundasınız. yapabileceğiniz hiçbir şey yok. özellikle kelimeleri bolca unutuyor ve kendinize güveninizin boşa çıktığını görüyorsanız, gerçekten yapabileceğiniz hiçbir şey yok.
evet, niye peki böyle saçmasapan konuşuyorum ben. içinde bulunduğum şartlar okulu dondurma kararı almama neden oldu, o yüzden. sanırım önümde 7-8 aylık bir zaman dilimi var ve bu süreçte kendimi toparlamalıyım. bolca sahile inmeliyim. denizi izleyip hayatımdaki diğer süreçlere, bilhassa kendime odaklanmalıyım. iyileşmeliyim, kahretsin. iyileşmeliyim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)