drama kumpanya'nın oyununu izledim bu hafta. kemal oruç'un yazdığı ilk oyundu bu aynı zamanda. ona "drama kumpanya'nın işlevi nedir, sen tam olarak ne yapmak istiyorsun?" diye sorduğumda "ben dünyayı değiştiricem." demişti. ablama bu anımı anlattığımda "eheh, biraz fazla abarmış." demişti. sinirlendirmişti bu cevap beni. çünkü kemal oruç othello'nun delisini 2010'un son salı'sında izleyicilerle buluşturduğunda bence dünyayı değiştirmişti bile.
bir de kendime baktım. ister istemez çocukluğuma gitti hafızam. 9-10 yaşlarımdayken ilkokul öğretmenimiz sıraları karşı karşıya birleştirmiş ve beni de diğerlerini de uslu ve çalışkan addedebilmem adına tembel ve yaramaz öğrencilerin yanına yerleştirmişti. pek tabii ben o yaramaz öğrencilerin arasında yaramazlaşmış ve tembelleşmiştim. ben o gün dünyayı değiştirememiştim. belki de o gün benim için bazı şeylerin bugünle alakalı bir göstergesiydi.
son dönemlerde moralim çok bozuk. her şey anlamsız geliyor. kırılgan duygular hissediyorum tabii ama bunlara kendimi kaptırmamaya çalışıyorum. bugün yaşananlar, yarın yaşanacaklar hiçbir şey anlam etmiyor benim için. sürekli bir şeyler yapmam ve boş durmamamı öğütlemişti bana arkadaşım. daha doğrusu beraber konuşarak bu sonucu elde etmiştik. yoksa bu kadar mantıklı düşünen ve konuşan biri niçin birkaç sene öncesiyle alakalı bir şeylere takılıp her şeyi yıkıcı hale getirsin ki? evet, yararlı hale gelmeme ket vuran ve halimle alakalı en ufak bir merak kıpırtısına ve anlayışına sahip olmayan insanlarla dolu bir okulda ya da kapı aralık hafiften gelen evlilik programı sesleriyle örülü, bir dolap ve hantal bir yatakla dopdolu olan bir oda da, konuşacak ve beni anlayacak insan bulmak için bu kadar çaba sarfettiğim bir ortamda nasıl boş durmayabilirim ki. en ölümcülü ve kırıcısı da geçmişe takılıp kalmış aklım. bugünle alakalı hiçbir şey önemli gelmiyor bana. bugünle alakalı hiçbir şey hatırlayamıyorum, ama beş sene öncesine o kadar hastalıklı tutulmuşum ki. bu da ilaçların etkisi tabii. günlük hayatta çok sık kullandığımız kelimeleri bile unutuyorum. bazen yeni bir başlangıç yapmak için öss'ye yeniden girmeyi ve psikoloji-sosyoloji-felsefe vs. yazmayı ciddi olarak tutkuyla düşünüyorum. geri kalan hayatıma baktığımdaysa öğrenim hayatımla alakalı kararları bile alamadığımı görüyorum. o kadar sinik ve benliksiz olarak yetişmişim ki, o kadar korkuyla doluymuş ki içim. tabii ben hayatımda hiç ciddi kararlar almamışım, ciddi kararlar alanların ardından bakmışım sadece, sakızım da düştü tabii eheh.
29 Aralık 2010 Çarşamba
19 Aralık 2010 Pazar
aylak aylak
anlatacak çok şey var. iyi ki bir hayatım var, iyi ki yaşıyorum, iyi ki varım.
aslında son girdimden beri epey başımdan geçen şeyler oldu. ben pek bunları yazıya dökme gereksinimini ve enerjisini hissetmedim kendimde. yazma olayını nerelere kadar götürebilirim diye düşünüyorum. bir yol ayrımındayım çünkü. ana yazı alanım olarak tuttuğum itüsözlük'ten uçurulmamdan, daha doğrusu birtakım genel "kitsch" ahlak kurallarını rahatsız giriler girip "bunları yazıyorum ne bok yiyorsanız yiyin." isterseniz uçurun anlayışlı tavrımdan sonra yeni bir yazı yazma alanı oluşturma düşüncesi içine düştüm. profil ve kültür paylaşım odağı olarak kullandığım orgalink'in de inanılmaz pasifleşmesi yeni mecralar arama durumunu ortaya çıkarıyor haliyle. yakında oluşacak fare projesinin kayıtlarının da verdiği bir hazımla myspace alanına yönelip güncel müzik olayları üzerine birtakım kayıtlar tutabilirim. ya da okuduğum kitaplar veya izlediğim filmlerle alakalı yorumlarımın ve gözlemlerimin bulunduğu bir blog alanı da oluşturabilirim. sokaktaki hayat her ne kadar "açmalısın yoksa ağzını yüzünü dağıtırım." baskısı yapsa da sadece vitrin ve teşhircilik olarak gördüğüm facebook olayına girmeyi katiyen düşünmüyorum. satılacak bir malım olsa elbette bunu teşhir edebilirdim, ama insanım mal değilim iyi ki de. facebook bana raflarda satın alınmayı bekleyen milyonlaraca insanın ambalajlı durumlarını gösteriyor. insanların gözlerini alamadığı dev bir alışveriş merkezi. yeaapppa!.
2.5 hafta önce psikiyatristimle olan seansıma gittiğimde, içimdeki yıkıcı, karanlık tarafımın dalgalarının sertleştiğini hissettim ve biraz da buna bile bile kendimi kaptırarak son derece olumsuz bir görüntü çizdim. karşımda beni belli bir ambalaja sokmuş ve ezberinden ne gelirse söyleyen kibiri ve kendiliğime bakışı mide bulandırıcı olan anlam özürlüsü birini gördüm şaşırdım. bunca gördüklerimden, cevaplarımdan sonra bana hala sanki 17 yaşımdaymışım gibi muamele eden, sorunlarımın evrildiğini daha farklı alanlara kaydığını göremeyen bu koca dinazor o günden sonra bugün bana artık kendisiyle yollarımı ayırma kararımı aldırttı. bu hastalıklı topluma adapte olacağıma kendimi bulma yolunda yanarım, en azından "haysiyetime" sahip çıkmış olurum. gideceğim isim ise belli. işi sadece ilaç yazmak ve hastalığın tıbbi yoluna bakmak olan 2007 haziranında ilk gittiğim psikiyatr. sadece tıbbi durumun gözetilmesi, ilaçların kontrolü vs. için.
bu hafta bir de kandırıkçılık yaptım. hiç gitmedim ders saçmalıklarına. işlerini yapmaya çalışan birkaç dürüst öğretim görevlisini ve asistanı tenzih ediyorum ama, bazı marmara üniversitesi almanca işletme hocalarının hakikaten "ben bilim insanıyım, burada da öğrencilere pozitif bilim öğretiyoruz." derken yüzlerinin kızarmaları, yani utanmaları lazım. zira sınavlarımızın ve genel öğrenci durumunun, buna ben de parçası olmamaya çalışırken dahilim, anlamını öğrenmeden arapça kuran ezberleyen karanlık zihniyetten bir farkı yok. tabii oradaki özne tanrıyken buradaki öznenin para olması iğrençliği var. en parlak işletme mezunu su şişelerindeki dudak payını kısaltıp kar marjını yükselten işletmecidir. böylece patronuna para kazandırır ve maaşı yükselir. yaşam amacınıza meteor düşsün lütfen.
sanırım ablama 12 taksitle bi notebook aldırtıp yazma işini ciddileştirmeliyim. hikayelerim var benim.
aslında son girdimden beri epey başımdan geçen şeyler oldu. ben pek bunları yazıya dökme gereksinimini ve enerjisini hissetmedim kendimde. yazma olayını nerelere kadar götürebilirim diye düşünüyorum. bir yol ayrımındayım çünkü. ana yazı alanım olarak tuttuğum itüsözlük'ten uçurulmamdan, daha doğrusu birtakım genel "kitsch" ahlak kurallarını rahatsız giriler girip "bunları yazıyorum ne bok yiyorsanız yiyin." isterseniz uçurun anlayışlı tavrımdan sonra yeni bir yazı yazma alanı oluşturma düşüncesi içine düştüm. profil ve kültür paylaşım odağı olarak kullandığım orgalink'in de inanılmaz pasifleşmesi yeni mecralar arama durumunu ortaya çıkarıyor haliyle. yakında oluşacak fare projesinin kayıtlarının da verdiği bir hazımla myspace alanına yönelip güncel müzik olayları üzerine birtakım kayıtlar tutabilirim. ya da okuduğum kitaplar veya izlediğim filmlerle alakalı yorumlarımın ve gözlemlerimin bulunduğu bir blog alanı da oluşturabilirim. sokaktaki hayat her ne kadar "açmalısın yoksa ağzını yüzünü dağıtırım." baskısı yapsa da sadece vitrin ve teşhircilik olarak gördüğüm facebook olayına girmeyi katiyen düşünmüyorum. satılacak bir malım olsa elbette bunu teşhir edebilirdim, ama insanım mal değilim iyi ki de. facebook bana raflarda satın alınmayı bekleyen milyonlaraca insanın ambalajlı durumlarını gösteriyor. insanların gözlerini alamadığı dev bir alışveriş merkezi. yeaapppa!.
2.5 hafta önce psikiyatristimle olan seansıma gittiğimde, içimdeki yıkıcı, karanlık tarafımın dalgalarının sertleştiğini hissettim ve biraz da buna bile bile kendimi kaptırarak son derece olumsuz bir görüntü çizdim. karşımda beni belli bir ambalaja sokmuş ve ezberinden ne gelirse söyleyen kibiri ve kendiliğime bakışı mide bulandırıcı olan anlam özürlüsü birini gördüm şaşırdım. bunca gördüklerimden, cevaplarımdan sonra bana hala sanki 17 yaşımdaymışım gibi muamele eden, sorunlarımın evrildiğini daha farklı alanlara kaydığını göremeyen bu koca dinazor o günden sonra bugün bana artık kendisiyle yollarımı ayırma kararımı aldırttı. bu hastalıklı topluma adapte olacağıma kendimi bulma yolunda yanarım, en azından "haysiyetime" sahip çıkmış olurum. gideceğim isim ise belli. işi sadece ilaç yazmak ve hastalığın tıbbi yoluna bakmak olan 2007 haziranında ilk gittiğim psikiyatr. sadece tıbbi durumun gözetilmesi, ilaçların kontrolü vs. için.
bu hafta bir de kandırıkçılık yaptım. hiç gitmedim ders saçmalıklarına. işlerini yapmaya çalışan birkaç dürüst öğretim görevlisini ve asistanı tenzih ediyorum ama, bazı marmara üniversitesi almanca işletme hocalarının hakikaten "ben bilim insanıyım, burada da öğrencilere pozitif bilim öğretiyoruz." derken yüzlerinin kızarmaları, yani utanmaları lazım. zira sınavlarımızın ve genel öğrenci durumunun, buna ben de parçası olmamaya çalışırken dahilim, anlamını öğrenmeden arapça kuran ezberleyen karanlık zihniyetten bir farkı yok. tabii oradaki özne tanrıyken buradaki öznenin para olması iğrençliği var. en parlak işletme mezunu su şişelerindeki dudak payını kısaltıp kar marjını yükselten işletmecidir. böylece patronuna para kazandırır ve maaşı yükselir. yaşam amacınıza meteor düşsün lütfen.
sanırım ablama 12 taksitle bi notebook aldırtıp yazma işini ciddileştirmeliyim. hikayelerim var benim.
29 Kasım 2010 Pazartesi
yaşanmışlıklar, yaşananlar, yaşanacaklar
söylenmesi gereken çok şey var. sanki, sanki varolduğumdan beri susuyorum. birikiyor içimde her şey. çatışıyor elde etmek istediklerimle elde edemediklerim. bana öğretilenlerle kendi öğrendiklerim çelişiyor. kendime olan inancımla naturel gözlemlerim çelişiyor. inanılmaz kutup bölgeleri oluştu varlığımda. bu da beni kendimden ayırıyor. aslında terkettiklerimiz başkaları değil, kendimizi terkediyoruz. yenileniyoruz, bir yılan gibi deri değiştiriyorum. bir göçmen gibi hissediyorum. mevsim beni rahatsız etmeye başladığı zaman terkediyorum her zaman. kaybedilecek şeyler biriktirmiyorum artık. çok zarar ettim çünkü.
içimdeki yıkıcılığın adını verebilmek bile benim için bir artı oldu aslında. o yıkıcılık ben de hep varoldu, her insanda varolduğu gibi. aslında kendi yıkıcılığının farkında olmayan insanları biraz şanslı da görüyorum diyebilirim. onlar hep bir şeyler yapabilirler zaten, ama maddi durumları veya çevreleri izin vermiyor onlara. ben en azından, ölüme yakın geçen şu birkaç sene içinde yoğun ve rahatsız edici takıntıların adını koyabiliyorum artık: yıkıcılık. her insanın içinde olanın, insanların koyduğu yasalarla, ahlak düzeniyle, denetleme sistemleriyle körüklenen şeyin adı: yıkıcılık. ve zıt kutuplarda, belki birbirlerini destekliyorlar yaratıcılığımla.
kurtuluşun yaratma eğiliminde olduğunun farkındayım. çünkü yıkıcı yanım hiç varolmamayı istiyor. sadece varolmamayı. ama bu dünyada bir şekilde bulunmaya devam edeceksem, yaratma eyleminde bulunmalıyım. insani olarak. para için değil, sığınmak için değil, başarı için değil. sadece insancıl olarak. 21. yy.dayız ve hala insanların sığınma, barınma, açlık gibi dertleri varsa, bu insanlığın suçudur. kendiliğinin tanrılığını anlayamamış insanlığın suçu.
sevginin ve paylaşımın sadece insanlık için yapıldığı durumlarda kendimi yeterince sağlıklı hissediyorum. her zaman düştüğüm şüpheye karşın, defalarca nakavt olmama karşın anlıyorum bunu. çünkü hep aynı sonucu alıyorum. aynı şeyi gözlemliyorum. egolarımızla birbirimizi ezdiğimiz ve hayatımızın amacı daha lüks bir evde yaşamak olduğu sürece de bu hastalık sürmeye devam edecek. birbirimizi anlamaktan öylesine uzağız ki. öylesine yapay ve maddesel ki ilişkilerimiz. yabancılaşmanın doruk noktasında artık yaşadığımız toplum. paranoyak olmak, manik veya depresif olmak öylesine normalki şu yozlaşmış insanlar planetinde. kültürün bile bir anlamı yok artık. her şeyin ambalajını tüketiyoruz sadece. içerik diye bir şey kalmadı. bunlardan sıyrılmak ve "gerçekten" yaşayabilmek için ya mükemmel bir büyüme standartına sahip olmamız gerekiyor, ya da acı verici deneyimler yaşamamız gerekiyor. ben ikincisini çok yoğun bir şekilde yaşadım.
amacım sadece anlaşılabilmek ve insancıllığımı yaratıcı ve iyileştirici biçimlerde olabildiğince paylaşabilmek. şarkı sözü yazmaya devam edicem, yazılar karalamaya devam edicem, insanlara gülümsemeye devam edicem. çünkü varım. yıkıcı tarafım hiç varolmamayı istiyor, bunun için ne yazık ki çok geç, 21 yıl uzun bir süre.
içimdeki yıkıcılığın adını verebilmek bile benim için bir artı oldu aslında. o yıkıcılık ben de hep varoldu, her insanda varolduğu gibi. aslında kendi yıkıcılığının farkında olmayan insanları biraz şanslı da görüyorum diyebilirim. onlar hep bir şeyler yapabilirler zaten, ama maddi durumları veya çevreleri izin vermiyor onlara. ben en azından, ölüme yakın geçen şu birkaç sene içinde yoğun ve rahatsız edici takıntıların adını koyabiliyorum artık: yıkıcılık. her insanın içinde olanın, insanların koyduğu yasalarla, ahlak düzeniyle, denetleme sistemleriyle körüklenen şeyin adı: yıkıcılık. ve zıt kutuplarda, belki birbirlerini destekliyorlar yaratıcılığımla.
kurtuluşun yaratma eğiliminde olduğunun farkındayım. çünkü yıkıcı yanım hiç varolmamayı istiyor. sadece varolmamayı. ama bu dünyada bir şekilde bulunmaya devam edeceksem, yaratma eyleminde bulunmalıyım. insani olarak. para için değil, sığınmak için değil, başarı için değil. sadece insancıl olarak. 21. yy.dayız ve hala insanların sığınma, barınma, açlık gibi dertleri varsa, bu insanlığın suçudur. kendiliğinin tanrılığını anlayamamış insanlığın suçu.
sevginin ve paylaşımın sadece insanlık için yapıldığı durumlarda kendimi yeterince sağlıklı hissediyorum. her zaman düştüğüm şüpheye karşın, defalarca nakavt olmama karşın anlıyorum bunu. çünkü hep aynı sonucu alıyorum. aynı şeyi gözlemliyorum. egolarımızla birbirimizi ezdiğimiz ve hayatımızın amacı daha lüks bir evde yaşamak olduğu sürece de bu hastalık sürmeye devam edecek. birbirimizi anlamaktan öylesine uzağız ki. öylesine yapay ve maddesel ki ilişkilerimiz. yabancılaşmanın doruk noktasında artık yaşadığımız toplum. paranoyak olmak, manik veya depresif olmak öylesine normalki şu yozlaşmış insanlar planetinde. kültürün bile bir anlamı yok artık. her şeyin ambalajını tüketiyoruz sadece. içerik diye bir şey kalmadı. bunlardan sıyrılmak ve "gerçekten" yaşayabilmek için ya mükemmel bir büyüme standartına sahip olmamız gerekiyor, ya da acı verici deneyimler yaşamamız gerekiyor. ben ikincisini çok yoğun bir şekilde yaşadım.
amacım sadece anlaşılabilmek ve insancıllığımı yaratıcı ve iyileştirici biçimlerde olabildiğince paylaşabilmek. şarkı sözü yazmaya devam edicem, yazılar karalamaya devam edicem, insanlara gülümsemeye devam edicem. çünkü varım. yıkıcı tarafım hiç varolmamayı istiyor, bunun için ne yazık ki çok geç, 21 yıl uzun bir süre.
8 Kasım 2010 Pazartesi
modern yaşamdan gözlemler
pizza hut'a girdim. yanımda yaklaşık iki aydır belirli aralıklarla gördüğüm ve hayatının gidişatıyla alakalı fikirler vermek istediğim kuzenim var. yiyebildiğimiz kadar tıkınıyoruz. ve futbol hevesiyle alakalı konuşurken babamı arıyorum ve acilen onun yanına gitmemizi düşünüyorum. masadan hızlı hızlı kalkıyoruz ve çıkış kapısında her zamanki andavallıklarımdan birini yaptığımı bana garsonun kaba sesi hatırlatıyor: bakın buraya, hesabı ödemediniz.
hesabı ödemek için kasaya doğru gidiyoruz. kasadaki genç bize saçmasapan laflar etmeye başlıyor. ailenize söylerizden girip sicilinize işlerden çıkıyor. söyledikleri sadece sinirlerimizi bozuyor. aileme bunu söylerseniz sadece unuttuğumu düşünürler diyorum. bir de sicilim. 21 yaşındayım, sicilim sadece beyaz bir sayfa, ve kirleniyor ha, pizza hut'ta 23 liralık hesabı ödemedi. aptal aptal konuşmaya ve bizi sindirmeye çalışmaya devam ederken bu gerçekten durumuna üzüldüğüm kasa başında duran eleman, biz hesabı ödeyip çoktan dışarı çıkıyoruz. kuzenime kasadaki elemanın hayatındaki otorite kurma şansının sadece bu olduğunu söylüyorum. eğer takım elbise giyen, altın saat takan tiplerden olsak yavşaklığın alasını göstereciğinden girip, istisnalar haricinde bütün kasada bekleyen pizza hut elemanlarının aynı davranışı sergileyeceğinden çıkıyorum.
bir sonraki gün sözlükte ayn rand başlığına bu olayın da vermiş olduğu etkiyle belki biraz da toplum eleştirisi yapıyorum.
"kapitalizm aşığı bir yazar(mış) kendileri. kitaplarının arka kapağında öncelikle bu belirtilir zaten. onun da nedenleri var tabii. bireyin kendi varlığını bilmesi, buna göre hareket etmesi elbette önemli. elbette önce "ben" demeyen bir insan hayata karşı acizdir. bireyciliğin vardığı ileri boyutlarda, bu rekabetin pisleştiği ve genel ahlak ve etik kurallarının artık umursanmadığı bir düzende sağlıklı bir toplumdan söz edilemez. insan sosyal bir varlıktır, dolayısıyla çevresine yaptığı etkilerden sorumludur. bu noktada araya vicdan girer. sadece "ben" deyip vicdansızlaşmak, en azından bütün toplumun böyle düşündüğünü görmek insanı kendisine yapancılaştırır. herkes bulunduğu konumu sorgulamadan, alt katmanlarda veya artistliğin geçebilecği katmanlarda insanlara "bencilce", "egolarına göre" davranır ve ortaya insan yaratılışına, doğasına uygun olmayan durumlar çıkar. komümist rusya'dan çıkıp delice "ben"liği savunmak ve nedenler bulmak sıradan ve zeki insanların eylemleri için normaldir, ama "akıllı" insanlar, usunun ve vicdanının farkında olan insanlar söz konusu düzeni bir bütün olarak ele alır ve yaratabileceği tehlikeleri göz ardı etmezler.
tabii ben söz konusu yorumları sadece kapitalizm aşığı olduğu bilgisine sahip olarak yaptım. kapitalizmi yüceltmek için de tanrı'dan, krallıklardan ve onların egemenliğinden bahsetmesi ve yermesi ilginç. söz konusu tapınma paraya ve "ben"liğe olacaksa, şahsen ben tanrı'yı tercih ederim."
üzülüyorum, şaşırıyorum daha çok. para döngüsünün toplumun davranışlarında ne tür hastalıklı durumlara yol açtığını farkedemeyen biri nasıl tonlarca ağırlıkta kitaplar yazıp bazılarının fenomeni olabilir diyorum. zaten kitabı türkiye'de çeviren ve önsöz ekleyen insanlar da bu çöplüğe yeni çöpler ekleyip insanları varolmayan bir soyutlukta oyalayan, kazanma hırsı gözlerini körleştirmiş insanlar değil mi diye soruyorum kendime. sonra okulda türkiye ekonomisi vizesi öncesi yaşadığım durum geliyor aklıma. notlarda liberal ve sosyal demokrat anlayışın tanımları yapılırken marksist sistemle alakalı sadece diğer iki sistemin eleştirisi yapılıyordu. "marksizmde şirketlerin karlılığı önemlidir." diyerek kocaman bir "höh" çektirtiyor bana süslü kızımız. suratıma bakıyor,"yani firmalar devlet için vardır." diyor. zaten bildiğim bir şey olmasına rağmen kanlı canlı bir yabancılaşmanın şahitliğine bu kadar şahit olunca yüzümü 80 derece açıyla başka yöne çeviriyorum. bana az-biraz tepkili olduğunu tahmin ettiğim başka bir surata bakıyordum şimdi. tanrım diyorum bir "höh" demek bile ne kadar batıyor insanlara, neler oluşturabiliyor. kimbilir, birgün gerçek bir tepki versem, ya da herhangi birisi verse, nifak tohumu ekici addedilir, oysa sadece fikir veya anlık tepkidir oluşturulan. işte diyorum, böyle sindiriliyor insanlar. öyle bir toplumdayız ki, insanlar kendilerine o kadar yabancılaşmışki, azınlığın getirdiği en ufak bir eleştiride korku doluyor insanlar. inanılmaz bir kaos, bir hastalıklı durum oluşabiliyor ve buna sebep olan kişi çevresini gözlemleyen, boyalı kandırmacalardan kendini çeken biri olmak dışında herhangi bir özellik taşımıyor. ama o büyük bir tehlike, toplumun huzurunu bozuyor, ya susturulmalı, ya adapte olmalı, ya da akıl hastanesinde onun için mutlaka yer var. öyle, evet.
her şeye rağmen içinde çözülen mutluluğu yaşamalı insan, onu yaşamadıktan sonra gerisinin bir anlamı kalmıyor.
hesabı ödemek için kasaya doğru gidiyoruz. kasadaki genç bize saçmasapan laflar etmeye başlıyor. ailenize söylerizden girip sicilinize işlerden çıkıyor. söyledikleri sadece sinirlerimizi bozuyor. aileme bunu söylerseniz sadece unuttuğumu düşünürler diyorum. bir de sicilim. 21 yaşındayım, sicilim sadece beyaz bir sayfa, ve kirleniyor ha, pizza hut'ta 23 liralık hesabı ödemedi. aptal aptal konuşmaya ve bizi sindirmeye çalışmaya devam ederken bu gerçekten durumuna üzüldüğüm kasa başında duran eleman, biz hesabı ödeyip çoktan dışarı çıkıyoruz. kuzenime kasadaki elemanın hayatındaki otorite kurma şansının sadece bu olduğunu söylüyorum. eğer takım elbise giyen, altın saat takan tiplerden olsak yavşaklığın alasını göstereciğinden girip, istisnalar haricinde bütün kasada bekleyen pizza hut elemanlarının aynı davranışı sergileyeceğinden çıkıyorum.
bir sonraki gün sözlükte ayn rand başlığına bu olayın da vermiş olduğu etkiyle belki biraz da toplum eleştirisi yapıyorum.
"kapitalizm aşığı bir yazar(mış) kendileri. kitaplarının arka kapağında öncelikle bu belirtilir zaten. onun da nedenleri var tabii. bireyin kendi varlığını bilmesi, buna göre hareket etmesi elbette önemli. elbette önce "ben" demeyen bir insan hayata karşı acizdir. bireyciliğin vardığı ileri boyutlarda, bu rekabetin pisleştiği ve genel ahlak ve etik kurallarının artık umursanmadığı bir düzende sağlıklı bir toplumdan söz edilemez. insan sosyal bir varlıktır, dolayısıyla çevresine yaptığı etkilerden sorumludur. bu noktada araya vicdan girer. sadece "ben" deyip vicdansızlaşmak, en azından bütün toplumun böyle düşündüğünü görmek insanı kendisine yapancılaştırır. herkes bulunduğu konumu sorgulamadan, alt katmanlarda veya artistliğin geçebilecği katmanlarda insanlara "bencilce", "egolarına göre" davranır ve ortaya insan yaratılışına, doğasına uygun olmayan durumlar çıkar. komümist rusya'dan çıkıp delice "ben"liği savunmak ve nedenler bulmak sıradan ve zeki insanların eylemleri için normaldir, ama "akıllı" insanlar, usunun ve vicdanının farkında olan insanlar söz konusu düzeni bir bütün olarak ele alır ve yaratabileceği tehlikeleri göz ardı etmezler.
tabii ben söz konusu yorumları sadece kapitalizm aşığı olduğu bilgisine sahip olarak yaptım. kapitalizmi yüceltmek için de tanrı'dan, krallıklardan ve onların egemenliğinden bahsetmesi ve yermesi ilginç. söz konusu tapınma paraya ve "ben"liğe olacaksa, şahsen ben tanrı'yı tercih ederim."
üzülüyorum, şaşırıyorum daha çok. para döngüsünün toplumun davranışlarında ne tür hastalıklı durumlara yol açtığını farkedemeyen biri nasıl tonlarca ağırlıkta kitaplar yazıp bazılarının fenomeni olabilir diyorum. zaten kitabı türkiye'de çeviren ve önsöz ekleyen insanlar da bu çöplüğe yeni çöpler ekleyip insanları varolmayan bir soyutlukta oyalayan, kazanma hırsı gözlerini körleştirmiş insanlar değil mi diye soruyorum kendime. sonra okulda türkiye ekonomisi vizesi öncesi yaşadığım durum geliyor aklıma. notlarda liberal ve sosyal demokrat anlayışın tanımları yapılırken marksist sistemle alakalı sadece diğer iki sistemin eleştirisi yapılıyordu. "marksizmde şirketlerin karlılığı önemlidir." diyerek kocaman bir "höh" çektirtiyor bana süslü kızımız. suratıma bakıyor,"yani firmalar devlet için vardır." diyor. zaten bildiğim bir şey olmasına rağmen kanlı canlı bir yabancılaşmanın şahitliğine bu kadar şahit olunca yüzümü 80 derece açıyla başka yöne çeviriyorum. bana az-biraz tepkili olduğunu tahmin ettiğim başka bir surata bakıyordum şimdi. tanrım diyorum bir "höh" demek bile ne kadar batıyor insanlara, neler oluşturabiliyor. kimbilir, birgün gerçek bir tepki versem, ya da herhangi birisi verse, nifak tohumu ekici addedilir, oysa sadece fikir veya anlık tepkidir oluşturulan. işte diyorum, böyle sindiriliyor insanlar. öyle bir toplumdayız ki, insanlar kendilerine o kadar yabancılaşmışki, azınlığın getirdiği en ufak bir eleştiride korku doluyor insanlar. inanılmaz bir kaos, bir hastalıklı durum oluşabiliyor ve buna sebep olan kişi çevresini gözlemleyen, boyalı kandırmacalardan kendini çeken biri olmak dışında herhangi bir özellik taşımıyor. ama o büyük bir tehlike, toplumun huzurunu bozuyor, ya susturulmalı, ya adapte olmalı, ya da akıl hastanesinde onun için mutlaka yer var. öyle, evet.
her şeye rağmen içinde çözülen mutluluğu yaşamalı insan, onu yaşamadıktan sonra gerisinin bir anlamı kalmıyor.
24 Ekim 2010 Pazar
yakın dönemde bekleyenler üzerine
evet, yakın dönemde bekleyenler üzerine. pek bekleyen yok aslında, yanlış anlaşılmalara ihtimal vermeyeyim. benim hamlelerime göre açılacak yaşam kapıları üzerine bütün bu bekleyenler.
bu hafta yoğun yorgunluk yaşadım ve bu nedenle bol bol yataktaydım. bu hafta neden şunu bunu yapmadım diye kendime sorarken aslında farketmem gereken noktayı bir kez daha atladığımı gördüm, uyuyordum çünkü hangi ara yapabilirdim ki. yine de düşündüm sık sık yakın gelecek üzerine. radikal bir karar almadım ama geliştirici fikirler edindim diyebilirim. şu 2.5 senelik süreçte lisans eğitimini tamamladıktan sonra yolun geri kalanına bakma zamanı gelecek. yakın gelecekle alakalı beni en çok rahatsız eden şeylerden biri bölümden mezun olduktan sonra olası bir işlevsizlik veya insancıl olmayan işlerde bulunmaktı. bir işletme mezunun reelde elde edebileceği en büyük başarılardan biri coca cola'nın bünyesinde bulunup satışlarının artmasını sağlamak olabilir. işte bu beni sinirlendiriyordu. insanları kötü giden yaşamlarına, uyuşuk ve yorgun geçen günlerine bir de ben tüketim maddelerini kafalarına kafalarına zonklatmak istemiyordum. bu yüzden neler yapabilirimi düşündüm ve birkaç şey buldum, tatmin eden.
- klasik veya geçmiş dönem filmlerini yayınlayan bir sinema salonu açmak.
- genç ve neyin nasıl olması gerektiğini bilen psikolog-psikiyatrları toplayıp insanları bunlarla daha makul şartlarda buluşturmak.
- kitap arşivi bulunan kafe tarzı bir yer açabilme.
- dvd dükkanı zincirleri kurarak nitelikli insanların nitelikli filmler edinmesini sağlamak.
aklıma bunlar geldi. sistemin çamurlu kısımlarına pek fazla bulaşmadan da bir şeyler yapabilirimi görmek, en azından nitelikli tüketim metalarıyla da bir şeyler oluşturabilirimi görmek benim açımdan oldukça olumlu ve yola devam kararı almama etken unsurlardan biri oldu. aslında beni rahatsız eden şeyin sadece işletme okumak olmadığını gördüm. zaten söz konusu icraatlerden ekonomik düzenin insancıl olmaması gibi nedenlerle her faydalı olabilecek birey vazgeçmiş olsaydı, dünyadaki birkaç iyimser şey de şu an bulunmuyor olurdu.
bunun dışında hayat beni şu aralar oldukça zorluyor. yine o kapana kapanmışlık hissi pek bir şeyler de beceremeyince kendini daha fazla hissettiriyor.
bir demo kaydı düşüncemiz var bana gitar dersi veren, aynı zamanda şu anda beni en iyi anlayan insanlardan biri olan soner'le. elimizde epey şarkı var ve oldukça üretkeniz. muhtemelen 2010 sonu 2011 ilk çeyreğinde ilk 2si kendi şarkımız 3 tanesi yeniden yorum olmak üzere 5 şarkılık bir demo çıkartıcaz ve ardından esas olayı yayınlamaya girişicez. aklımda iyi şeyler hissettiren fikirler uçuşuyor ve bu kayıtlar ve beraber çalma olayını ilerletebilirsek çok farklı kapılar açabilecek duruma gelebiliriz.
şimdilik bu kadar. umarım daha verimli ve huzurlu günler geçirebilirim.
bu hafta yoğun yorgunluk yaşadım ve bu nedenle bol bol yataktaydım. bu hafta neden şunu bunu yapmadım diye kendime sorarken aslında farketmem gereken noktayı bir kez daha atladığımı gördüm, uyuyordum çünkü hangi ara yapabilirdim ki. yine de düşündüm sık sık yakın gelecek üzerine. radikal bir karar almadım ama geliştirici fikirler edindim diyebilirim. şu 2.5 senelik süreçte lisans eğitimini tamamladıktan sonra yolun geri kalanına bakma zamanı gelecek. yakın gelecekle alakalı beni en çok rahatsız eden şeylerden biri bölümden mezun olduktan sonra olası bir işlevsizlik veya insancıl olmayan işlerde bulunmaktı. bir işletme mezunun reelde elde edebileceği en büyük başarılardan biri coca cola'nın bünyesinde bulunup satışlarının artmasını sağlamak olabilir. işte bu beni sinirlendiriyordu. insanları kötü giden yaşamlarına, uyuşuk ve yorgun geçen günlerine bir de ben tüketim maddelerini kafalarına kafalarına zonklatmak istemiyordum. bu yüzden neler yapabilirimi düşündüm ve birkaç şey buldum, tatmin eden.
- klasik veya geçmiş dönem filmlerini yayınlayan bir sinema salonu açmak.
- genç ve neyin nasıl olması gerektiğini bilen psikolog-psikiyatrları toplayıp insanları bunlarla daha makul şartlarda buluşturmak.
- kitap arşivi bulunan kafe tarzı bir yer açabilme.
- dvd dükkanı zincirleri kurarak nitelikli insanların nitelikli filmler edinmesini sağlamak.
aklıma bunlar geldi. sistemin çamurlu kısımlarına pek fazla bulaşmadan da bir şeyler yapabilirimi görmek, en azından nitelikli tüketim metalarıyla da bir şeyler oluşturabilirimi görmek benim açımdan oldukça olumlu ve yola devam kararı almama etken unsurlardan biri oldu. aslında beni rahatsız eden şeyin sadece işletme okumak olmadığını gördüm. zaten söz konusu icraatlerden ekonomik düzenin insancıl olmaması gibi nedenlerle her faydalı olabilecek birey vazgeçmiş olsaydı, dünyadaki birkaç iyimser şey de şu an bulunmuyor olurdu.
bunun dışında hayat beni şu aralar oldukça zorluyor. yine o kapana kapanmışlık hissi pek bir şeyler de beceremeyince kendini daha fazla hissettiriyor.
bir demo kaydı düşüncemiz var bana gitar dersi veren, aynı zamanda şu anda beni en iyi anlayan insanlardan biri olan soner'le. elimizde epey şarkı var ve oldukça üretkeniz. muhtemelen 2010 sonu 2011 ilk çeyreğinde ilk 2si kendi şarkımız 3 tanesi yeniden yorum olmak üzere 5 şarkılık bir demo çıkartıcaz ve ardından esas olayı yayınlamaya girişicez. aklımda iyi şeyler hissettiren fikirler uçuşuyor ve bu kayıtlar ve beraber çalma olayını ilerletebilirsek çok farklı kapılar açabilecek duruma gelebiliriz.
şimdilik bu kadar. umarım daha verimli ve huzurlu günler geçirebilirim.
12 Ekim 2010 Salı
bir anı, bir öykü
"gelecek onu kaygılandırıyordu. yapılacak pekçok tasvirin ve denenecek pekçok anlatım şeklinin pekiştireceği kavram buydu işte; kaygılanmak. nasıl kaygılanmasın ki? hayatında her zaman bir sonraki günü düşleyip dünü özleyen insanlardan biriydi. dün için pekbir şey yapılamazdı belki ama, gelecek henüz yaşanılmamıştı ve cüretkardı.
çok stresliydi o günlerde. üniversiteye kaydını yaptırana kadar binbir bela yaşamış, ilk senesinde hazırlığı atlamak için yeterlilik sınavlarını bekliyordu. resepsiyondaki kadın "peki celal bey, alabiliriz" dedi ona.
...
seansın sonları geldi ve celal "iki doktora birden gidemem, ya maltepe'deki doktorumu bırakırım, ya da bir daha buraya gelmem dedi. terapi uygulamak işçin çaba sarfeden doktorsa "olmaz, siz xx hanımın hastasısınızi, onu bırakmamalısınız" dedi. doktor bırakmak istemiyordu, karşısındakinin ne kadar kırılgan ve kırılganlığı doğru şekilde yönlendirirse hayatını iyi yönlere doğru şekillendirebileceğini biliyordu.
-madem öyle, bir daha buraya gelmem, doğru dürüst bi psikolog bulurum kendime.
-sürekli değiştiriyorsun, sürekli kaybediyorsun. üniversiteyi ilk yılında kazanamadın. şimdi de hazırlıkğı atlamak için bu dördüncü sınavın olucak. tam üç kere denedin ve beceremedin. bu böyle mi devam edecek. bundan sonra sana bedava terapi yapacağım.
bunu kabul etti. şu ana kadar pekçok para bayılmıştı terapilere nasıl olsa. bu iyi bir şeydi. terapistin odasından çıktı. genç bi terapi heveslisi için epey dolgun olan ücretinin ödemesini yapıyordu babam.
-bir sonraki terapinin randevusu ne zamana olsun?
-bir sonraki terapi falan yok. doktor ücretsiz olacağını söyledi.
d- olsun siz yine randevu alın ben sizden para almıycam.
çocuk kabul etmedi bunu. bu onu son görüşüydü. 2-3 hafta sonra yeterlilik sınavı arifesinde mecbur gittiği psikoloğu arayıp çok safça, gördüklerine dayanamayan bir işkence müzdaribi gibi ağlayarak "eve gidince muhtemelen kendimi öldürücem, beni engellemek için lütfen bir şeyler söyleyin" dedi. 15 dakikalık bir telefon konuşması sonucunda kadının son kez sesini duymuş oldu böylece. hayır, kendini öldürmedi. bu çok saçmaydı, ölmek isteyen biri için bile. ortada 2 ihtimal vardı. cehennemde sonsuza dek ateş vaadeden tanrı veya ortalama 65 yıl yaşayan bu varlık halini henüz 19'da yok etmek. kar hedefleyen işletmeciler gibi umursamamasına rağmen bilinçaltı yapıyordu muhasebeyi. bilgisayarı açtı, chat kutucuğundan sınıftaki yazın tek konuştuğu kıza hayatı sordu.
-hayat sence nasıl bir şey?
-çok güzel. pekçok şey yapabilirsin ve bir sürü ihtimal var. her şey bizim elimizde.
-bence hayat bok gibi. iki senedir depresyondayım ve okb denen bi bok yaşıyorum. yalnızım ve yarın veremediğim takdirde hayatımın bir senesinin daha heba olacağı bi sınava giricem. bu 4. deneme olucak*.
kız çevrimdışı oldu ve güvenli biri olduğu içine sinene kadar bir daha çocukla konuşmadı. bütün bu boktan ahval ve şerait içinde çocuk sınava girdi ve en yüksek 2-3 nottan birini alarak hazırlığı geçti. tabii bu hayatın boktan olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. özellikle bu kadar zorlayıcı bir şeyin ardından gelen sikik deneyimler ve buna neden olan ortamlar hayatın ne kadar boktan olduğunu birkez daha pekiştiriyordu. önemli olan bu bok parçasının içinde mutlu olabilmekti."
*aslında hayatın boktan olduğuna dair daha etkili cümleler kurmuştu ama benim edebiyat parçalama becerim bu şartlarda bu kadar.
çok stresliydi o günlerde. üniversiteye kaydını yaptırana kadar binbir bela yaşamış, ilk senesinde hazırlığı atlamak için yeterlilik sınavlarını bekliyordu. resepsiyondaki kadın "peki celal bey, alabiliriz" dedi ona.
...
seansın sonları geldi ve celal "iki doktora birden gidemem, ya maltepe'deki doktorumu bırakırım, ya da bir daha buraya gelmem dedi. terapi uygulamak işçin çaba sarfeden doktorsa "olmaz, siz xx hanımın hastasısınızi, onu bırakmamalısınız" dedi. doktor bırakmak istemiyordu, karşısındakinin ne kadar kırılgan ve kırılganlığı doğru şekilde yönlendirirse hayatını iyi yönlere doğru şekillendirebileceğini biliyordu.
-madem öyle, bir daha buraya gelmem, doğru dürüst bi psikolog bulurum kendime.
-sürekli değiştiriyorsun, sürekli kaybediyorsun. üniversiteyi ilk yılında kazanamadın. şimdi de hazırlıkğı atlamak için bu dördüncü sınavın olucak. tam üç kere denedin ve beceremedin. bu böyle mi devam edecek. bundan sonra sana bedava terapi yapacağım.
bunu kabul etti. şu ana kadar pekçok para bayılmıştı terapilere nasıl olsa. bu iyi bir şeydi. terapistin odasından çıktı. genç bi terapi heveslisi için epey dolgun olan ücretinin ödemesini yapıyordu babam.
-bir sonraki terapinin randevusu ne zamana olsun?
-bir sonraki terapi falan yok. doktor ücretsiz olacağını söyledi.
d- olsun siz yine randevu alın ben sizden para almıycam.
çocuk kabul etmedi bunu. bu onu son görüşüydü. 2-3 hafta sonra yeterlilik sınavı arifesinde mecbur gittiği psikoloğu arayıp çok safça, gördüklerine dayanamayan bir işkence müzdaribi gibi ağlayarak "eve gidince muhtemelen kendimi öldürücem, beni engellemek için lütfen bir şeyler söyleyin" dedi. 15 dakikalık bir telefon konuşması sonucunda kadının son kez sesini duymuş oldu böylece. hayır, kendini öldürmedi. bu çok saçmaydı, ölmek isteyen biri için bile. ortada 2 ihtimal vardı. cehennemde sonsuza dek ateş vaadeden tanrı veya ortalama 65 yıl yaşayan bu varlık halini henüz 19'da yok etmek. kar hedefleyen işletmeciler gibi umursamamasına rağmen bilinçaltı yapıyordu muhasebeyi. bilgisayarı açtı, chat kutucuğundan sınıftaki yazın tek konuştuğu kıza hayatı sordu.
-hayat sence nasıl bir şey?
-çok güzel. pekçok şey yapabilirsin ve bir sürü ihtimal var. her şey bizim elimizde.
-bence hayat bok gibi. iki senedir depresyondayım ve okb denen bi bok yaşıyorum. yalnızım ve yarın veremediğim takdirde hayatımın bir senesinin daha heba olacağı bi sınava giricem. bu 4. deneme olucak*.
kız çevrimdışı oldu ve güvenli biri olduğu içine sinene kadar bir daha çocukla konuşmadı. bütün bu boktan ahval ve şerait içinde çocuk sınava girdi ve en yüksek 2-3 nottan birini alarak hazırlığı geçti. tabii bu hayatın boktan olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. özellikle bu kadar zorlayıcı bir şeyin ardından gelen sikik deneyimler ve buna neden olan ortamlar hayatın ne kadar boktan olduğunu birkez daha pekiştiriyordu. önemli olan bu bok parçasının içinde mutlu olabilmekti."
*aslında hayatın boktan olduğuna dair daha etkili cümleler kurmuştu ama benim edebiyat parçalama becerim bu şartlarda bu kadar.
6 Ekim 2010 Çarşamba
röp.
nisan, 15. avuçlarını çekti yüzünden, ve yavaşça kaktı yataktan. esnedi uzun uzun. saate baktı, epey geç olmuştu. yine o yarısından fazlasını uyuyarak geçirdiği günlerden biriydi. hoştu doğrusu, yatacak bu kadar vakit bulmak, hoş olmayan bu kadar vakti yatarak değerlendirmekti. mazereti vardı ama. göbeği önden gidecek şekilde yürüyordu, belki hala göbeğini çekse göğüs kafesi belirebilirdi, denemiyordu bile. annesinin ısrarlarına rağmen evde atlet ve boxer'la dolaşmaya inadına devam ederdi. mutfağa girdi, buzdolabının aynasına baktı. bir yandan da atletinin ipini çekiştiriyordu. düşünceler yine onu ziyarete gelmişti. yeni uyanmıştı halbuki. birden aynadaki siluet konuşmaya başladı. irkildi önce, ne dediğini anlamadı siluetin. siluet tekrarladı ama yine anlamadı. artık kelimelerin dökülme vakti gelmişti. tam 3 yıl oldu dedi. 3 yıl, 20 küsür kilo aldım, biraz da yaşlandım. hatta epey. yaptığım halı saha maçları bir elin parmaklarını geçmez, basketbol oynamadım bile. çok sikikti söyledikleri. duygusal bir giriş yapmaya çalışmış siluete karşı, lakin sıçmış, yetmemiş bir de sıvamıştı. esas meseleye gel dedi. bundan sonrası soru cevaptı.
nasıl geçti, neler yapıyorsun?
epey zorluydu açıkçası. zorlayan kısım aslında tembelliğe iten kısımdı. insan tembellik ede ede zorlanır mı, işte bunu gördüm. nasıl geçtiğini bilmiyorum, şu sıralar majik obsesyonlara rağmen hayal kuruyorum. bir yandan da bu kadar hayal kurarsam acaba bir gün gerçekten gerçeklikten kopar mıyım diye irkiliyorum. neyse, toplamda 6 albüm çıkaracak olan bir punk grubum olucak. ilk iki albümden sonra huzursuz edici "ölüm sonrası yaşam raporu" isimli konsept albümü yapmayı, hatta şarkı sözlerini şimdididen yazmayı planlıyorum. hatta ilk iki albümün 7 şarkısının adını ve hikayelerini belirledim. albüm kapağında grup elemanlarının alt boxer üst gömlek şeklinde toplu bir fotoları oluşacak. şarkı listesi şöyle hatta:
1- herkes kendi için yaşar
2- rockhorn
3- sen seçtin
4- oh olsun (70'ler cover)
5- türkiye'de olmuyor
6- bütün kızlar birbirine benzer
7- otobüs
8- kamaşullah
9- popşarkı!
10-satın almasız çıkış
evet, işte böyle. tanrım, bütün günümü bunu düşünerek geçirdim dün!
(haziran 2010 notu: soner'le sen seçtin bestelendi, herkes kendi için yaşar ve rockhorn'un ham halleri hazır)
ben son zamanları kastetmiştim, geleceği değil!
ha, evet işte. drama kulübü'ne başladım, yaklaşık bir ay oldu. kendimi ifade edebiliyorum, düşüncelerimi açığa çıkarabiliyorum. her zaman o ışık vardı bende zaten, biliyorum bunu. genelde günlerim film izleyip kitap okuyarak geçerdi lakin şu aralar sınav dönemindeyim sadece uyuyorum, notları okuyorum ve sınavlara giriyorum. başka bir şey yok.
anadolu hisarı'ndan şikayetçiydin son bıraktığımda, alışabildin mİ?
evet, burayı benimsedim, kabullendim herneyse. 2 sene üst üste zor yaz dönemleri geçirdim. tatil yapamamıştım. onun için kış yarıyılı epey moral bozucuydu. kampüs, insan ilişkileri, dersler... bir ara ciddi ciddi bölümü bırakıp psikoloji okumayı falan düşünüyordum. sonra çok arkadaşperver vural'a tutunmayı denedim. gerçekten çok arkadaş canlısı bir çocuk ve onun sayesinde bir nebze olsun okulla bağım oldu. ben moral olarak kısmen toparlanınca sosyalleşme de kısmen arttı ve şimdi kampüsle aram biraz daha iyi.
peki ya arkadaşlar?
madem öyle, yine hisardan başlayayım. hala kimsenin en iyi arkadaşı değilim ama belirli bir arkadaş grubum var. her ne kadar soğuk biri gibi görünsem de aslında hayata ve insanlara karşı çok açık bir tarafım da var. (tanrım, hiç tanımadığım biriyle (zb: taksi şoförü) hayatı hakkında karşılıklı alışverişte olduğum olmuştur.) ki bu da birbiriyle konuşmayan insanlarla iletişim kurabilmemi ve kısmen arkadaşlık yapabilmemi açıklıyor. herkesin uzmanı olduğu konuyu bulmayı ve onu deşmeyi çok severim. her şeyden önce hisardakiler gerçekten çok iyiniyetli. önyargım olan kişiler var(dı) ama zamanla kırılıyor önyargılarım. kasıtlı yapmadıklarını görüyorum, yapıyorlar çünkü o konuda eksikler, sadece bu. şunu hissediyorum sadece. hisarda beni tanıyan insanlar benim iyi olmamı istiyor. sanki "celal şunu yapsın, bunu yapsın kendini toparlasın biz onu çok seviyoruz ehe mehe" diye teletabiler gibi kırlarda dolaşıyorlar. bunu yeni farkettim. kimi zman soğuk olsalarda anlık yakınlaşmalar bana bunu hissettiriyor. bu çok ama çok uzun zamandır hissetmediğim bir duyguydu, bunu hissettirdikleri için onları kucaklamam gerekiyor sanırım. ben de her iyiniyetli insana dilediğim gibi benzer duyguları onlara diliyorum.
onun dışında fazla arkadaşım yok, bilirsin işte uzak geçmişten kimseyle görüşmüyorum. genel olarak bahsedecek olursam kimi sosyal farklılıklardan, kimi farklı hayat görüşlerinden, kimi bana yaşadığım kötü olayları hatırlattığından, kimi satıp gittiğinden, kimiyse değiştiğinden hiç ama hiçbiriyle görüşmüyorum. sadece sordun diye söyledim. istemiyorum da zaten. ama bunlar obsesyon olmuş ben de sonuçta. takılmışım. çok etkiledi beni, tedavisi sürüyor.
yakın geçmişte fdd'den çok iyi insanlar tanıdım. mert'le onur'la düzenli olarak görüşüyorum. cansel'le yüzyüze görüşme fırsatım olmadı ama internetten çok dinledi beni, destek oldu bana sağolsun. elif'le nadir de olsa karşılaşıyoruz. onun dışında özgün'le ve erkin'le temasa geçmek isterim, ki yakın zamanda onur buluşma ayarlamayı planlıyor, o zaman belki birini görürüm.
noldu, sustun. en son nisan 2010'da cevap vermişsin sorularıma
...
evet, farklı şeyler planlıyordum çünkü. bu kısımdan sonrasını gazetecilik okuyan bir kız arkadaşım olacağını düşünüp, röportajı ona yaptırmayı düşünüyordum. normal bildiğin röportaj gibi olucaktı yani, anladın mı, kayıt cihazı falan işte. maalesef her şey planladığımız gibi gitmiyor hayatta. o kıza ne olduğunu soracak olursan "eski sevgilinin cinsel organı" adlı yazıma bakabilirsin. çok moralim bozuldu aslında. gerçeklerin sürekli değişkenlik göstermesi beni biraz karamsar yapıyor. düşünsene, kız arkadaş meselesi sonuçta, hayatının gidişatını tümünden değiştireceğin bir şey, yaşama amacını etkileyecek bir şey, dünyaya olan tepkini yatıştıracak bir şey. olmadı işte, kendisine sevgilisiyle mutluluklar dileyip kendi hayatıma geri döndüm. dağınık, yarısı yatak olan gri odama. aynen senin gibi, boxer ve atletle işte.
başka moralini bozan şeyler oldu mu peki?
oldu tabii. ilişkilerim zayıfladı epey, okulu koyverdim. olumlu yargılarımda sürekli şüpheye düştüm. bir bağlanamama sorunu var bende, ya da beğenmeme ne biliyim. itiraf ediyorum, kendimi kendim olarak ifade edemediğim ortamlarda acayip bunalıp o ortamlardan kaçmanın, tek başıma kalmanın çaresine bakıyorum. lisede de böyleydi mesela. yıllığıma yazan tek kız (düşün artık bu kadar çarpık ilişkilerim, uzun bir konu) bana insan olarak iyi biri olduğumu ama kendimi insanlardan soyutladığımı söylemişti. ne kadar içten biri olduğumu aslında çok az insana gösterebildim. hani, sırf bu kadar meymenetsiz bir adamdan oluşsam şimdiki zamanda mert'in, onur'un, soner'in yanında kendimi kendim gibi hissedemezdim. net düşüncemi soruyorsan, insanların bana karşı önyargıları var ve samimi davranamıyorlar. ben de samimi olamıyorum çünkü benimle diyalog kurarlarken adeta aramızda görünmez bir duvar oluşuyor.hak veriyorum dediğim gibi, beğendiğim bir alıntı vardı, insanlar toplumu oluşturmaz, toplum insanları oluşturur diye. bu düzenin oluşturduğu insanlarla, kendini kendisi gibi göstermeyen insanlarla, bağlanamamazlık durumunu yaşıyorum. kendime bu konuda kızamam da açıkçası. uzun süre sorun bende diye düşünüp kendimi suçladım, öyle değil ama. azınlık sayılırım. bütünümle aykırı bir insanım. fiziğimle, giydiklerimle, düşündüklerimle, yaptıklarımla, yapamadıklarımla hepsi çok farklı bir insan profili çiziyorum ve ortaya ben çıkıyorum işte. bu düzene adapte olamadım evet. yapacağım şeyi içlendirerek yapmak gibi bir derdim. 20 yaşıma gelene kadar şu anda elde etmeye çalıştığım insan statüsünü elde edebilmek için çok fazla çevreme bakıp hastalıklı boyutlarda düşünceler edindim. şimdi 20 yaşındayım önümde bir aksilik olmazsa bir şey yapma kaygısı olmadan geçecek birkaç yıl var ve ben bu birkaç yılı kendini gerçekleştiren insanları izleyip, ben ne yapabilirimi görmek için geçirmeyi düşünüyorum.
lisede yıllığıma tekbir kız yazdı demiştin, açar mısın biraz
bu sorunun cevabı için aslında lise döneminden de eskilere gitmek gerekiyor. ben ailemi çok seviyorum, söyleyeceğim şey yanlış anlaşılmasın ama gerçekler de var. dinsel söylencelerle (dogmalar da diyemiyorum) büyütülmeye çalışıldım ben. çok hassas bir çocuktum. 6 yaşında böcek ezdim diye cehenneme gitmekten korkuyordum. 10 yaşımda okula geç kaldığım için ağlamıştım falan. aynı on yaşında da yine çevremden kız arkadaşlar konusunda baskı yemeye başlamıştım. tanrım, türkiye'de bir kız arkadaşınız olması inanılmaz bir şey bence. düşünsene, insanlar seninle dalga geçicek diye yaklaşamıyorsun bile karşı cinse. çok hastalıklı gerçekten. 12-13 yaşıma kadar samimi bir kız arkadaşım (kuzenim) vardı. (yanlış anlaşılmasın "arkadaş" sadece) Hafta sonlarını yazları falan beraber geçirirdik, iyi arkadaşlardık. sonra o kız kapandı ve ondan sonra gerçekten incelenmesi gereken süreçler oluştu. ben çok kaygılı bir çocuktum, hala öyleyim, ve onunla iletişim kurmanın günah olduğu baskısı falan böyle bir ortamda oluşunca yanına yaklaşıp "naber" falan bile diyemez oldum. o zamanklardan şimdiye geldik ve artık çok farklı insanlarızdır herhalde. kızlara yaklaşamamanın en büyük nedeni törelere yaslanmış ve insana kaygı ve korkudan başka bir şey vermeyen dinsel zırvaların büyük rolü var. Biraz da şanssızdım galiba, bana yakınlaşıp bu tür konularda yardım edebilecek birileri yoktu. Çünkü insanlar bunun bir tabu olmasından hoşlanıyorlar, bu düzenden hoşlanıyorlar. kendi elleriyle canavar yaratıyorlar farkında değiller. sağlıklı bir sosyal düzenden ziyade cemaat evlerinde porno izleyip 31 çeken insanlardan memnunlar. onlara göre bu normal çünkü.
neyse önemli olan şimdi. çok zedelendim, ama şu anda bilinç biraz sağlıksız da olsa benim elimde ve olayları sağlıklı şekilde inceleyip kendi geleceğimi çizebilirim. artık olmuşlar için sadece kocaman bir "siktir" çekebilirim. yazması bile kaygı verici oldu benim için, o kadar etkilenmişim işte.
sürekli bir şeyleri eleştiriyorsun. sen kendin hakkında ne düşünüyorsun peki?
ben farklı yapıda bir insanım. iyi kötü bu günlere geldim işte. iyi niyetli biriyim. her şeye iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorum. uzun süre kötü biri olduğumu düşünerek kendimi suçladım, dişimle tırnağımla elde ettiğim şeyleri aslında çok kötü bir insan olduğum için haketmediğimi düşünüp bunu hastalığımla birleştirip inanılmaz acılar çektim. inanılmaz vicdan muhasebesi yapan biriyim. şu an benzer sorunları aynen yaşıyorum. bu kolay bir şey değil, senelerce bununla yaşadım, birden silinemezler, bunu kendime inandırmaya çalışırsam daha kötü şeyler yaşayabilirim. gerçi psikolojik süreç bakımından daha kötü şeyler hissedebileceğimi zannetmiyorum, en kötüsünü hissettim. değişecek kadar, sinirsel sağlığımı bozacak kadar travma ötesi durumlar yaşadım. çok mutlu da oldum, çok mutsuzda. arkadaşlık duygusunu çok kuvvetli hissettiğim zamanlar da oldu, tamamen, şu andakine benze olduğu gibi, bir başına, veya yalnız kaldığım zamanlarda. en büyük eksiğim bana göre içimden geçenleri, hissettiklerimi tam olarak tasvir edememem. belki içimdeki bütün saçmalıkları, pis şeyleri açığa çıkarabilirsem, daha faydalı biri olmakla kalmaz, daha sağlıklı olurum. dramada işte bunu kısmen yaşadım, seneler sonra eski arkadaşını gören birini oynarken aynı travmayı yansıttım. ya da köşede fırlatıp atılmış bir tahta silgi yerine koyup kendimi onunla ifade edebildim. kısaca ben kendini tam olarak ifade edemeyen, ayrıntıları çok düşünen ama obsesifleri ve tembelliği nedeniyle çok fazla bir şey beceremeyen biriyim. ihtiyacım olan ve eksikliğini hissettiğim en önemli şeyin de beni sadece ben olduğum için sevecek, aynı zamanda bir şeyleri başarmış, bana yardım edebilecek insanlar olduğunu düşünüyorum.
kendimi toplum içinde nasıl değerlendiriyorum diye soruyorsan, bu kadar toplum eleştirisi yaparak seni hayal kırıklığına uğratabilirim belki ama, radikal bir siyasi veya dini görüşüm yok. nasıl bir dünyada yaşamak isterdim evet, bunu sorduğunu farz ederek cevap verim, baskı ve sömürü olmayan, insanların hoşgörülü ve özgür olduğu, her türlü inancın veya inançsızlığın saygıyla karşılandığı, insanların birbirlerini farklılıklarına rağmen sevdiği ve ihtiyaçların giderilememesinin minimum olduğu bir dünyada yaşamak isterdim. en kötüsü insanların iyi niyetli ve yozlaşmamış olması yeter de artardı bile. bu şu anki durumla imkansız bence. insanların yeterli bir görüsü yok çünkü. yapay kültürle, yapay gündemlerle tamamen yozlaşmış durumdayız. 2010 yılındayız ve ana haber bültenlerini izlerken önemli olaylar hala dramatize edilip insanlara adeta pembe dizi izlettiriliyor. inanılmaz sinirleniyorum, insanların sorular sorup çözümler üretmeleri teşvik edilmiyor çünkü. tamamen yapay duygusal etkinliklerle, keyif ve zenginlik hayalleriyle uyuşturulup boktan hayatımızı devam ettiriyoruz. bir yandan büyük bir kaos belki de bu şekilde örtülüyor. insanların en başta barışçıl olmaları lazım. ama bu egolarla bu yer edinme sevdasıyla imkansız bu. cinaslı kafiyelerle, anlamsız dörtlüklerle, estetikten yoksun siktiriboktan popmüziğimizle bastırıyoruz içimizdekileri. evet, televizyon, gazete, radyo her neyse sinirlerimi bozuyor. çünkü en başta aptal yerine konuluyorum, konuluyoruz. tabii bunlardan soyutlanmak imkansız, maruz kalıyorum, çok da fazla sinirlenmiyorum. çünkü hayatta hiçbir şey net olarak siyah ya da beyaz değildir. daha önce de söyledim belki, barışçıl değiliz. içinde bulunduğumuz "sistem" bizi bir yandan köpek gibi yarıştırıp içimizi nefretle doldururken, diğer yandan bizi zaptetmek için uyuşturuyor. popkültüre tamamen karşı değilim. insanların elbette eğlenmesine, hoş şeyler hissetmesine, aşk acısı çekmeye de ihtiyacı var. insanların aptal yerine konulmasına ve aptal yerine koyan insanlara hayranlık duymasına karşıyım. kitap okumak gibi "normal" bir şeyin korkutucu, belki de ulaşılamaz bir şey gibi gösterilmesine karşıyım. bunları görebilmek zor değil. en başta kendi yaşam tecrübelerimizden ortaya çıkabilecek çok basit şeyler.
kısmen anlatabildim sanırım, daha da deşerek sorunlarımın özüne derinlemesine inmeyi çok isterim. kuşbakışı görünüm bu.
son olarak benim gibi insanlara bir şeyler söylemek isterim. herhangi ağır bir ruhsal bunalımınız ya da rahatsızlığınız varsa ve bunu anlayacak kimse yoksa çevrenizde, psikolojik yardım almanız gerekli ve kendi kendinizi idare edecek duruma gelene kadar bu insanlardan ve ilaçlardan yardım görmeye devam etmelisiniz. kendinizi idare ettiğinizde de büyük ihtimalle o terapistin, dotorun vs. sizi tatmin edemediğini görecek ve kendinizi asıl iyileştirecek şeyin fikirler ve çözümler olduğunu göreceksiniz. her yeni çözüm veya fikir yeni sorular oluşturacacak huzursuzluk hiçbir zaman "0" olmayacak. sonsuz keyif vu huzur sadece vaadedilen cennette var. mutsuz olduğunuz için çözüm üretmek yerine sizi suçlayan insanları görmek sinirinizi bozabilir, ama her zaman barışçıl olun. ben tam olarak bir "dava" adamı değilim, tavsiye de edemem sanırım. görüşü olan herkesin aynı hataları yaptıklarını görüyorum. sürekli bir baskı var, "öteki"ne nefret var. tek ihtiyacımız olan belki de iyiniyetli olmak, birbirimizi anlamaya çalışmak. gerisi kendiliğinden gelecektir. hayatta hiçbir şeyin üzerinde durulacak değeri olmadığını, ama insan olduğumuz içinde bazı şeyleri takmamız gerektiğini unutmayın. bu kadar.
haziran 2010
nasıl geçti, neler yapıyorsun?
epey zorluydu açıkçası. zorlayan kısım aslında tembelliğe iten kısımdı. insan tembellik ede ede zorlanır mı, işte bunu gördüm. nasıl geçtiğini bilmiyorum, şu sıralar majik obsesyonlara rağmen hayal kuruyorum. bir yandan da bu kadar hayal kurarsam acaba bir gün gerçekten gerçeklikten kopar mıyım diye irkiliyorum. neyse, toplamda 6 albüm çıkaracak olan bir punk grubum olucak. ilk iki albümden sonra huzursuz edici "ölüm sonrası yaşam raporu" isimli konsept albümü yapmayı, hatta şarkı sözlerini şimdididen yazmayı planlıyorum. hatta ilk iki albümün 7 şarkısının adını ve hikayelerini belirledim. albüm kapağında grup elemanlarının alt boxer üst gömlek şeklinde toplu bir fotoları oluşacak. şarkı listesi şöyle hatta:
1- herkes kendi için yaşar
2- rockhorn
3- sen seçtin
4- oh olsun (70'ler cover)
5- türkiye'de olmuyor
6- bütün kızlar birbirine benzer
7- otobüs
8- kamaşullah
9- popşarkı!
10-satın almasız çıkış
evet, işte böyle. tanrım, bütün günümü bunu düşünerek geçirdim dün!
(haziran 2010 notu: soner'le sen seçtin bestelendi, herkes kendi için yaşar ve rockhorn'un ham halleri hazır)
ben son zamanları kastetmiştim, geleceği değil!
ha, evet işte. drama kulübü'ne başladım, yaklaşık bir ay oldu. kendimi ifade edebiliyorum, düşüncelerimi açığa çıkarabiliyorum. her zaman o ışık vardı bende zaten, biliyorum bunu. genelde günlerim film izleyip kitap okuyarak geçerdi lakin şu aralar sınav dönemindeyim sadece uyuyorum, notları okuyorum ve sınavlara giriyorum. başka bir şey yok.
anadolu hisarı'ndan şikayetçiydin son bıraktığımda, alışabildin mİ?
evet, burayı benimsedim, kabullendim herneyse. 2 sene üst üste zor yaz dönemleri geçirdim. tatil yapamamıştım. onun için kış yarıyılı epey moral bozucuydu. kampüs, insan ilişkileri, dersler... bir ara ciddi ciddi bölümü bırakıp psikoloji okumayı falan düşünüyordum. sonra çok arkadaşperver vural'a tutunmayı denedim. gerçekten çok arkadaş canlısı bir çocuk ve onun sayesinde bir nebze olsun okulla bağım oldu. ben moral olarak kısmen toparlanınca sosyalleşme de kısmen arttı ve şimdi kampüsle aram biraz daha iyi.
peki ya arkadaşlar?
madem öyle, yine hisardan başlayayım. hala kimsenin en iyi arkadaşı değilim ama belirli bir arkadaş grubum var. her ne kadar soğuk biri gibi görünsem de aslında hayata ve insanlara karşı çok açık bir tarafım da var. (tanrım, hiç tanımadığım biriyle (zb: taksi şoförü) hayatı hakkında karşılıklı alışverişte olduğum olmuştur.) ki bu da birbiriyle konuşmayan insanlarla iletişim kurabilmemi ve kısmen arkadaşlık yapabilmemi açıklıyor. herkesin uzmanı olduğu konuyu bulmayı ve onu deşmeyi çok severim. her şeyden önce hisardakiler gerçekten çok iyiniyetli. önyargım olan kişiler var(dı) ama zamanla kırılıyor önyargılarım. kasıtlı yapmadıklarını görüyorum, yapıyorlar çünkü o konuda eksikler, sadece bu. şunu hissediyorum sadece. hisarda beni tanıyan insanlar benim iyi olmamı istiyor. sanki "celal şunu yapsın, bunu yapsın kendini toparlasın biz onu çok seviyoruz ehe mehe" diye teletabiler gibi kırlarda dolaşıyorlar. bunu yeni farkettim. kimi zman soğuk olsalarda anlık yakınlaşmalar bana bunu hissettiriyor. bu çok ama çok uzun zamandır hissetmediğim bir duyguydu, bunu hissettirdikleri için onları kucaklamam gerekiyor sanırım. ben de her iyiniyetli insana dilediğim gibi benzer duyguları onlara diliyorum.
onun dışında fazla arkadaşım yok, bilirsin işte uzak geçmişten kimseyle görüşmüyorum. genel olarak bahsedecek olursam kimi sosyal farklılıklardan, kimi farklı hayat görüşlerinden, kimi bana yaşadığım kötü olayları hatırlattığından, kimi satıp gittiğinden, kimiyse değiştiğinden hiç ama hiçbiriyle görüşmüyorum. sadece sordun diye söyledim. istemiyorum da zaten. ama bunlar obsesyon olmuş ben de sonuçta. takılmışım. çok etkiledi beni, tedavisi sürüyor.
yakın geçmişte fdd'den çok iyi insanlar tanıdım. mert'le onur'la düzenli olarak görüşüyorum. cansel'le yüzyüze görüşme fırsatım olmadı ama internetten çok dinledi beni, destek oldu bana sağolsun. elif'le nadir de olsa karşılaşıyoruz. onun dışında özgün'le ve erkin'le temasa geçmek isterim, ki yakın zamanda onur buluşma ayarlamayı planlıyor, o zaman belki birini görürüm.
noldu, sustun. en son nisan 2010'da cevap vermişsin sorularıma
...
evet, farklı şeyler planlıyordum çünkü. bu kısımdan sonrasını gazetecilik okuyan bir kız arkadaşım olacağını düşünüp, röportajı ona yaptırmayı düşünüyordum. normal bildiğin röportaj gibi olucaktı yani, anladın mı, kayıt cihazı falan işte. maalesef her şey planladığımız gibi gitmiyor hayatta. o kıza ne olduğunu soracak olursan "eski sevgilinin cinsel organı" adlı yazıma bakabilirsin. çok moralim bozuldu aslında. gerçeklerin sürekli değişkenlik göstermesi beni biraz karamsar yapıyor. düşünsene, kız arkadaş meselesi sonuçta, hayatının gidişatını tümünden değiştireceğin bir şey, yaşama amacını etkileyecek bir şey, dünyaya olan tepkini yatıştıracak bir şey. olmadı işte, kendisine sevgilisiyle mutluluklar dileyip kendi hayatıma geri döndüm. dağınık, yarısı yatak olan gri odama. aynen senin gibi, boxer ve atletle işte.
başka moralini bozan şeyler oldu mu peki?
oldu tabii. ilişkilerim zayıfladı epey, okulu koyverdim. olumlu yargılarımda sürekli şüpheye düştüm. bir bağlanamama sorunu var bende, ya da beğenmeme ne biliyim. itiraf ediyorum, kendimi kendim olarak ifade edemediğim ortamlarda acayip bunalıp o ortamlardan kaçmanın, tek başıma kalmanın çaresine bakıyorum. lisede de böyleydi mesela. yıllığıma yazan tek kız (düşün artık bu kadar çarpık ilişkilerim, uzun bir konu) bana insan olarak iyi biri olduğumu ama kendimi insanlardan soyutladığımı söylemişti. ne kadar içten biri olduğumu aslında çok az insana gösterebildim. hani, sırf bu kadar meymenetsiz bir adamdan oluşsam şimdiki zamanda mert'in, onur'un, soner'in yanında kendimi kendim gibi hissedemezdim. net düşüncemi soruyorsan, insanların bana karşı önyargıları var ve samimi davranamıyorlar. ben de samimi olamıyorum çünkü benimle diyalog kurarlarken adeta aramızda görünmez bir duvar oluşuyor.hak veriyorum dediğim gibi, beğendiğim bir alıntı vardı, insanlar toplumu oluşturmaz, toplum insanları oluşturur diye. bu düzenin oluşturduğu insanlarla, kendini kendisi gibi göstermeyen insanlarla, bağlanamamazlık durumunu yaşıyorum. kendime bu konuda kızamam da açıkçası. uzun süre sorun bende diye düşünüp kendimi suçladım, öyle değil ama. azınlık sayılırım. bütünümle aykırı bir insanım. fiziğimle, giydiklerimle, düşündüklerimle, yaptıklarımla, yapamadıklarımla hepsi çok farklı bir insan profili çiziyorum ve ortaya ben çıkıyorum işte. bu düzene adapte olamadım evet. yapacağım şeyi içlendirerek yapmak gibi bir derdim. 20 yaşıma gelene kadar şu anda elde etmeye çalıştığım insan statüsünü elde edebilmek için çok fazla çevreme bakıp hastalıklı boyutlarda düşünceler edindim. şimdi 20 yaşındayım önümde bir aksilik olmazsa bir şey yapma kaygısı olmadan geçecek birkaç yıl var ve ben bu birkaç yılı kendini gerçekleştiren insanları izleyip, ben ne yapabilirimi görmek için geçirmeyi düşünüyorum.
lisede yıllığıma tekbir kız yazdı demiştin, açar mısın biraz
bu sorunun cevabı için aslında lise döneminden de eskilere gitmek gerekiyor. ben ailemi çok seviyorum, söyleyeceğim şey yanlış anlaşılmasın ama gerçekler de var. dinsel söylencelerle (dogmalar da diyemiyorum) büyütülmeye çalışıldım ben. çok hassas bir çocuktum. 6 yaşında böcek ezdim diye cehenneme gitmekten korkuyordum. 10 yaşımda okula geç kaldığım için ağlamıştım falan. aynı on yaşında da yine çevremden kız arkadaşlar konusunda baskı yemeye başlamıştım. tanrım, türkiye'de bir kız arkadaşınız olması inanılmaz bir şey bence. düşünsene, insanlar seninle dalga geçicek diye yaklaşamıyorsun bile karşı cinse. çok hastalıklı gerçekten. 12-13 yaşıma kadar samimi bir kız arkadaşım (kuzenim) vardı. (yanlış anlaşılmasın "arkadaş" sadece) Hafta sonlarını yazları falan beraber geçirirdik, iyi arkadaşlardık. sonra o kız kapandı ve ondan sonra gerçekten incelenmesi gereken süreçler oluştu. ben çok kaygılı bir çocuktum, hala öyleyim, ve onunla iletişim kurmanın günah olduğu baskısı falan böyle bir ortamda oluşunca yanına yaklaşıp "naber" falan bile diyemez oldum. o zamanklardan şimdiye geldik ve artık çok farklı insanlarızdır herhalde. kızlara yaklaşamamanın en büyük nedeni törelere yaslanmış ve insana kaygı ve korkudan başka bir şey vermeyen dinsel zırvaların büyük rolü var. Biraz da şanssızdım galiba, bana yakınlaşıp bu tür konularda yardım edebilecek birileri yoktu. Çünkü insanlar bunun bir tabu olmasından hoşlanıyorlar, bu düzenden hoşlanıyorlar. kendi elleriyle canavar yaratıyorlar farkında değiller. sağlıklı bir sosyal düzenden ziyade cemaat evlerinde porno izleyip 31 çeken insanlardan memnunlar. onlara göre bu normal çünkü.
neyse önemli olan şimdi. çok zedelendim, ama şu anda bilinç biraz sağlıksız da olsa benim elimde ve olayları sağlıklı şekilde inceleyip kendi geleceğimi çizebilirim. artık olmuşlar için sadece kocaman bir "siktir" çekebilirim. yazması bile kaygı verici oldu benim için, o kadar etkilenmişim işte.
sürekli bir şeyleri eleştiriyorsun. sen kendin hakkında ne düşünüyorsun peki?
ben farklı yapıda bir insanım. iyi kötü bu günlere geldim işte. iyi niyetli biriyim. her şeye iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorum. uzun süre kötü biri olduğumu düşünerek kendimi suçladım, dişimle tırnağımla elde ettiğim şeyleri aslında çok kötü bir insan olduğum için haketmediğimi düşünüp bunu hastalığımla birleştirip inanılmaz acılar çektim. inanılmaz vicdan muhasebesi yapan biriyim. şu an benzer sorunları aynen yaşıyorum. bu kolay bir şey değil, senelerce bununla yaşadım, birden silinemezler, bunu kendime inandırmaya çalışırsam daha kötü şeyler yaşayabilirim. gerçi psikolojik süreç bakımından daha kötü şeyler hissedebileceğimi zannetmiyorum, en kötüsünü hissettim. değişecek kadar, sinirsel sağlığımı bozacak kadar travma ötesi durumlar yaşadım. çok mutlu da oldum, çok mutsuzda. arkadaşlık duygusunu çok kuvvetli hissettiğim zamanlar da oldu, tamamen, şu andakine benze olduğu gibi, bir başına, veya yalnız kaldığım zamanlarda. en büyük eksiğim bana göre içimden geçenleri, hissettiklerimi tam olarak tasvir edememem. belki içimdeki bütün saçmalıkları, pis şeyleri açığa çıkarabilirsem, daha faydalı biri olmakla kalmaz, daha sağlıklı olurum. dramada işte bunu kısmen yaşadım, seneler sonra eski arkadaşını gören birini oynarken aynı travmayı yansıttım. ya da köşede fırlatıp atılmış bir tahta silgi yerine koyup kendimi onunla ifade edebildim. kısaca ben kendini tam olarak ifade edemeyen, ayrıntıları çok düşünen ama obsesifleri ve tembelliği nedeniyle çok fazla bir şey beceremeyen biriyim. ihtiyacım olan ve eksikliğini hissettiğim en önemli şeyin de beni sadece ben olduğum için sevecek, aynı zamanda bir şeyleri başarmış, bana yardım edebilecek insanlar olduğunu düşünüyorum.
kendimi toplum içinde nasıl değerlendiriyorum diye soruyorsan, bu kadar toplum eleştirisi yaparak seni hayal kırıklığına uğratabilirim belki ama, radikal bir siyasi veya dini görüşüm yok. nasıl bir dünyada yaşamak isterdim evet, bunu sorduğunu farz ederek cevap verim, baskı ve sömürü olmayan, insanların hoşgörülü ve özgür olduğu, her türlü inancın veya inançsızlığın saygıyla karşılandığı, insanların birbirlerini farklılıklarına rağmen sevdiği ve ihtiyaçların giderilememesinin minimum olduğu bir dünyada yaşamak isterdim. en kötüsü insanların iyi niyetli ve yozlaşmamış olması yeter de artardı bile. bu şu anki durumla imkansız bence. insanların yeterli bir görüsü yok çünkü. yapay kültürle, yapay gündemlerle tamamen yozlaşmış durumdayız. 2010 yılındayız ve ana haber bültenlerini izlerken önemli olaylar hala dramatize edilip insanlara adeta pembe dizi izlettiriliyor. inanılmaz sinirleniyorum, insanların sorular sorup çözümler üretmeleri teşvik edilmiyor çünkü. tamamen yapay duygusal etkinliklerle, keyif ve zenginlik hayalleriyle uyuşturulup boktan hayatımızı devam ettiriyoruz. bir yandan büyük bir kaos belki de bu şekilde örtülüyor. insanların en başta barışçıl olmaları lazım. ama bu egolarla bu yer edinme sevdasıyla imkansız bu. cinaslı kafiyelerle, anlamsız dörtlüklerle, estetikten yoksun siktiriboktan popmüziğimizle bastırıyoruz içimizdekileri. evet, televizyon, gazete, radyo her neyse sinirlerimi bozuyor. çünkü en başta aptal yerine konuluyorum, konuluyoruz. tabii bunlardan soyutlanmak imkansız, maruz kalıyorum, çok da fazla sinirlenmiyorum. çünkü hayatta hiçbir şey net olarak siyah ya da beyaz değildir. daha önce de söyledim belki, barışçıl değiliz. içinde bulunduğumuz "sistem" bizi bir yandan köpek gibi yarıştırıp içimizi nefretle doldururken, diğer yandan bizi zaptetmek için uyuşturuyor. popkültüre tamamen karşı değilim. insanların elbette eğlenmesine, hoş şeyler hissetmesine, aşk acısı çekmeye de ihtiyacı var. insanların aptal yerine konulmasına ve aptal yerine koyan insanlara hayranlık duymasına karşıyım. kitap okumak gibi "normal" bir şeyin korkutucu, belki de ulaşılamaz bir şey gibi gösterilmesine karşıyım. bunları görebilmek zor değil. en başta kendi yaşam tecrübelerimizden ortaya çıkabilecek çok basit şeyler.
kısmen anlatabildim sanırım, daha da deşerek sorunlarımın özüne derinlemesine inmeyi çok isterim. kuşbakışı görünüm bu.
son olarak benim gibi insanlara bir şeyler söylemek isterim. herhangi ağır bir ruhsal bunalımınız ya da rahatsızlığınız varsa ve bunu anlayacak kimse yoksa çevrenizde, psikolojik yardım almanız gerekli ve kendi kendinizi idare edecek duruma gelene kadar bu insanlardan ve ilaçlardan yardım görmeye devam etmelisiniz. kendinizi idare ettiğinizde de büyük ihtimalle o terapistin, dotorun vs. sizi tatmin edemediğini görecek ve kendinizi asıl iyileştirecek şeyin fikirler ve çözümler olduğunu göreceksiniz. her yeni çözüm veya fikir yeni sorular oluşturacacak huzursuzluk hiçbir zaman "0" olmayacak. sonsuz keyif vu huzur sadece vaadedilen cennette var. mutsuz olduğunuz için çözüm üretmek yerine sizi suçlayan insanları görmek sinirinizi bozabilir, ama her zaman barışçıl olun. ben tam olarak bir "dava" adamı değilim, tavsiye de edemem sanırım. görüşü olan herkesin aynı hataları yaptıklarını görüyorum. sürekli bir baskı var, "öteki"ne nefret var. tek ihtiyacımız olan belki de iyiniyetli olmak, birbirimizi anlamaya çalışmak. gerisi kendiliğinden gelecektir. hayatta hiçbir şeyin üzerinde durulacak değeri olmadığını, ama insan olduğumuz içinde bazı şeyleri takmamız gerektiğini unutmayın. bu kadar.
haziran 2010
19 Ağustos 2010 Perşembe
mercan adası günlükleri 2
uzun zamandır yazmıyorum. aslında yazacağım konular belli. rutin hayat ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine bir şeyler karalamak istiyorum. bir yandan eski sorunlu halimde bir şeyleri savunduğum zamanları özlüyorum. hani şu "bakın bir şeyler yanlış. ben yanlış davranışlar sergiliyorum, çünkü beni bunalttınız, beni kendi düşüncelerimden suçlu hissetmeme neden oldunuz. hepiniz iğrençsiniz. ahlak kurallarınız, biribirinizle ilişkileriniz, bana olan davranışlarınız, hepsi iğrenç. ben bunları görüyorum ve mutsuzum. mutsuz olduğum için de bir çeşit tepki gösterip bu tepkiyle kendimi tamamlayabildiğim için de aslında pişmanlık yaşamıyorum. sizin gibi olmaktansa böyle olmayı tercih ediyorum" gibi şeyler işte.
şu an üzerinden konuşmak gerekirse belki herhangi bir öfke duymuyorum diyebilirim. tabii bugüne kadar. aslında olan bitenin farkındayım ama bir yandan kendi sinir sistemi sağlığımı da korumak zorundayım. her şeyi alaya almaya çalışıyorum. bir yandan hayatımın bazı yönlerinin halen bombok olması beni epey üzüyor. günümün yarısını neredeyse uyumakla geçiriyorum, kalan 12 saatte yeni başladığım ingilizce kursuna gidiyorum, film izliyorum, 50-100 sayfa arası kitap okuyorum, vakit kalırsa gitar çalıyorum, müzik dinliyorum falan işte. o kadar çok özlüyorum ki, yanımda bana yakın birilerinin olmasını. yanımda olan aileme falan da gayet iyi davranıyorum. dediğim gibi sakin davranmaya çalışıyorum, bir yandan da hayatımın bok gibi olması beni deli ediyor. annemin bütün gün babamı azarlaması, bana gün boyu şunu oku bunu üfle demesi (bu daha seyrek oluyor), ablamın kendi pisliklerini bile kaldıramayacak halde olması ve benim yaklaşık 2 aydır bu insanlarla aşırı vakit geçirmem beni epey zorluyor. ne mi yapıyorum; ciddiye bile almıyorum onları, zaten ne dediğim umurlarında bile değil, gerçekten kendimi ifade etmeye kalksam ne demek istediğimi anlayamazlar bile. bel altı konuşmaktan, var olan sevgimi göstermekten ve daha önce söylediğim gibi günün yarısını uyuyarak geçirmekten başka bir şey yapmıyorum.
ekin'in bana aşağılayıcı ve küfürlü mailler attığı o gece msn'imdeki tek çevrimiçi arkadaşımla sohbet etme girişimim ya biliyor musun ben sınavda istemeden allah'a küfür ediyordum tümcesiyle beraber 3 yıl öncesinin sikik raflarında yerini aldı bile. ondan sonra o arkadaşım beni engelledi zaten. aslında iyi de oldu, kabuklarımı kırmam gerekiyordu ve o çevreden arkadaşlarım bulundukça bu zordu ve yeni şeyler denemem gerekiyordu. muhtemelen ben onun için gereksiz bir insandım zaten. bunu hatırlayarak aslında şimdiki durumu çözümlemek istedim. şu anda neden böyle olduğu gibi şeyler. çok da karamsar olmamak lazım. şu an gayet güleryüzlüyüm, hatta şimdi düşündüm de benim bu kısmım hiç olmasa, bu yazıları yazmama "neden" olan kısmım olmasa, gerizekalı iyimser bir salak olsam, -bunun türkçe'deki karşılığı hayatında hiç pis şeyler yaşamamış olmak, yaşansa bile çevredeki insanların yardımı ve hormonal avantajla çabuk atlatabilmek-bunları fazla yaşamayacağım ve belki de dışarıda gözlerimle didik didik ettiğim hayatların tam içinde olabilirdim. bunun içindeyim, olmamaya çalıştığımda neden hakkında hiçbir şey yapmıyorum, en azından biraz yazıyım belki o zaman biraz daha rahatlarım, diyecek kadar içindeyim. hatta şu an belki bir karar verme aşamasındayım ve büyük ihtimalle bu sorunlu kısmı tercih etmiş olacağım, gerçekten samimi olan bir hayat yaşama hevesi için.
evet şimdilik aklımdan geçen ve tam toparlayamadığım düşüncelerim bunlar. belki bir sonraki düşünce atmıklarında neden son birkaç yıldır en sevdiğim aşk şarkısının pussy oluşu hakkında veya bazı günlerde kendimi ifade edişimde yaşadığım problemlerden bahsederim. öyle işte.
şu an üzerinden konuşmak gerekirse belki herhangi bir öfke duymuyorum diyebilirim. tabii bugüne kadar. aslında olan bitenin farkındayım ama bir yandan kendi sinir sistemi sağlığımı da korumak zorundayım. her şeyi alaya almaya çalışıyorum. bir yandan hayatımın bazı yönlerinin halen bombok olması beni epey üzüyor. günümün yarısını neredeyse uyumakla geçiriyorum, kalan 12 saatte yeni başladığım ingilizce kursuna gidiyorum, film izliyorum, 50-100 sayfa arası kitap okuyorum, vakit kalırsa gitar çalıyorum, müzik dinliyorum falan işte. o kadar çok özlüyorum ki, yanımda bana yakın birilerinin olmasını. yanımda olan aileme falan da gayet iyi davranıyorum. dediğim gibi sakin davranmaya çalışıyorum, bir yandan da hayatımın bok gibi olması beni deli ediyor. annemin bütün gün babamı azarlaması, bana gün boyu şunu oku bunu üfle demesi (bu daha seyrek oluyor), ablamın kendi pisliklerini bile kaldıramayacak halde olması ve benim yaklaşık 2 aydır bu insanlarla aşırı vakit geçirmem beni epey zorluyor. ne mi yapıyorum; ciddiye bile almıyorum onları, zaten ne dediğim umurlarında bile değil, gerçekten kendimi ifade etmeye kalksam ne demek istediğimi anlayamazlar bile. bel altı konuşmaktan, var olan sevgimi göstermekten ve daha önce söylediğim gibi günün yarısını uyuyarak geçirmekten başka bir şey yapmıyorum.
ekin'in bana aşağılayıcı ve küfürlü mailler attığı o gece msn'imdeki tek çevrimiçi arkadaşımla sohbet etme girişimim ya biliyor musun ben sınavda istemeden allah'a küfür ediyordum tümcesiyle beraber 3 yıl öncesinin sikik raflarında yerini aldı bile. ondan sonra o arkadaşım beni engelledi zaten. aslında iyi de oldu, kabuklarımı kırmam gerekiyordu ve o çevreden arkadaşlarım bulundukça bu zordu ve yeni şeyler denemem gerekiyordu. muhtemelen ben onun için gereksiz bir insandım zaten. bunu hatırlayarak aslında şimdiki durumu çözümlemek istedim. şu anda neden böyle olduğu gibi şeyler. çok da karamsar olmamak lazım. şu an gayet güleryüzlüyüm, hatta şimdi düşündüm de benim bu kısmım hiç olmasa, bu yazıları yazmama "neden" olan kısmım olmasa, gerizekalı iyimser bir salak olsam, -bunun türkçe'deki karşılığı hayatında hiç pis şeyler yaşamamış olmak, yaşansa bile çevredeki insanların yardımı ve hormonal avantajla çabuk atlatabilmek-bunları fazla yaşamayacağım ve belki de dışarıda gözlerimle didik didik ettiğim hayatların tam içinde olabilirdim. bunun içindeyim, olmamaya çalıştığımda neden hakkında hiçbir şey yapmıyorum, en azından biraz yazıyım belki o zaman biraz daha rahatlarım, diyecek kadar içindeyim. hatta şu an belki bir karar verme aşamasındayım ve büyük ihtimalle bu sorunlu kısmı tercih etmiş olacağım, gerçekten samimi olan bir hayat yaşama hevesi için.
evet şimdilik aklımdan geçen ve tam toparlayamadığım düşüncelerim bunlar. belki bir sonraki düşünce atmıklarında neden son birkaç yıldır en sevdiğim aşk şarkısının pussy oluşu hakkında veya bazı günlerde kendimi ifade edişimde yaşadığım problemlerden bahsederim. öyle işte.
11 Ağustos 2010 Çarşamba
eski resimler 2
aslında bu yazıyı hiç yazmamış olmayı düşünüyordum işte, ama bazı tesadüfler oldu bir şeyler yaşadım ve yazma ihtiyacı hissettim. şimdi ben böyle yazınca yazı biraz piç muamelesi görüp alınabilir tabii, neyse çok da önemli değil. herkese davrandığım gibi sana da dürüst davranayım sevgili eserim, amacım seni kırmak değil, bunu söyleme nedenim sadece, sadece işte bilirsin öyle..
pekçok arkadaşım oldu. sevenler oldu, üzenler oldu. 90'ların sonu 200'lerin başındaki her çocuk gibi ezik kola kutularıyla maç yaptım, tasolarla oynadım, kağıttan toplarla koridorda oynadım, kırılganlığımın çocukluk evrelerinde de kötü şeyler yaşadım, iyi şeyler yaşadım. geriye dönüp baktığımda kimsenin en iyi arkadaşı ol(a)madığımı görüyorum. kimse için vazgeçilmez değilim, bunu da biliyorum üzücü bir durum.
starbucks'ta her günkü okuma seanslarından birini yaparken işte 12 yaşımda aynı sınıfta olduğumuz kızı gördüm, o değildi tamam tamam uzatmıycam. uzun süre baktım kıza, vücut ölçüleri yüz hatları filan hep aynıydı, ama gözlerini görmem gerekiyordu, gözleri hep kitabına doğru eğikti, nihayet gözlerini bana doğru döndürdüğünde gördüm o olmadığını. her şeye rağmen çıkarken gidip yanına sordum.
"pardon, adınız büşra mı?"
hayır dedi. şimdi bundan eminim. çıktıktan sonra kafam karıştı. çünkü hayır derken bana gülümsüyordu ve muhtemelen benimle tanışmak istiyordu. fena olmazdı aslında, en azından muhabbet edebilmek için falan.
bununla sınırlı değildi tabii son 2 haftadaki tesadüfler. önce liseden bir arkadaşımı gördüm. yoğun depresyon ve kaygı yaşadığım dönemlerde, bana destek olmaya çalışan ama malum olaylardan ve anılardan dolayı kendimden uzaklaştırmak durumunda kaldığım ve kaba davrandığım insanlardan biriydi. beni görmemezlikten gelmek istedi, benim böyle isteyeceğimi düşündü herhalde. görüp hemen selam verdim, yanıma oturdum. birkaç gün öncesine göre çok gereksiz bulduğum şu soruyu sordu
"nasılsın?"
biri size içtenlikle nasılsın diye soruyorsa, koparmayın onu hayatınızdan. nasılsın sorusunun altında aslında tahmin edemeyeceğimiz derecede sevgi yatar, iyiniyet yatar.
"gördüğün gibi, gülebiliyorum artık. siz nasılsınız, neler yapıyorsunuz?"
diye cevap vermek oldu benim akabinde yaptığım. beş dakika muhabbet edebildik, belki daha az, olsun, sözleştik, buluşuruz belki, bilemiyorum. ben herhangi bir geribildildirimde bulunmayacağım, ama gelebilecek herhangi bir daveti de içtenlikle kabul ederim.
rastladığım bir diğer şahıs 2007 döneminde aynı sınıfı paylaştığımız garip çocuklardan biriydi. o dönem benim için çok zordu, belki sonra detaylı anlatırım, dersanedeki ortam faşizan ve feodaldi. bütün o kötü günler şu an bile beni huzursuz ediyor açıkçası. itüsözlük'te iyi tespitler çıkardım zaten haklarında, merak edenler bakabilirler. neyse çocuğun yanında başörtülü bir kız vardı, ve ben kuzenimle yan masada oturuyordum. beni gördü çünkü tam dibinden geçmiştim. ısrarla suratına baktım, o da ısrarla önüne bakmaya ve beni görmemezlikten gelmeye devam etti. rahatsız olması amacıyla kuzenimle küfürlü ve gürültülü şekilde muhabbet etmeye başladım. belki, bak orada iğrenç çöplüğünüzdeki basık insan değilim ben, küfür ediyorum, iyiyim ve daha iyi olucam demekti bu, bilemiyorum. ona karşı hissettiğim açık his, nefretti. belki ondan daha çok onun gibi insanları fabrikalarından çıkaran çarka, kurumlara.
yine kavurucu epey, aydınlık bir yaz sıcağında, yeni aldığım (ilk bu) güneş gözlüklerimi takmış, mehmet sungur'un ofisinden evime doğru uzun bir yürüyüş yaparken, buradan taşınmış olduğunu, ortak geçmişte pay edindiğimiz bölümden bir arkadaşın da arkadaşı olan (ki o bana buradan taşınmış olduğunu söyledi) ilkokuldaki ve kısmen lisedeki arkadaşımı gördüm. tabii ki o da beni gördü, çünkü yan yana geldik. güneş gözlüğünün kalkanıyla şöyle bir nefretle süzdüm. neden sonra, sadece o kadardı nefret. itiraf etmeliyim, onunla kısmen güzel zamanlarımız vardı.
yine armutlu'da da genel olarak aynı şeyleri yaşadım. çocukluğumu ve ergenlik dönemimi orada geçirmiş biri olarak insanların genel nefretini edinmek beni epey üzmüştü. akabinde malum olaylar yaşandı ve oraya uğradığım son iki günde kendimi ormanda bir av gibi hissettim. insanların hırıltılarını duyuyor, dikdik baktıklarını görüyordum. herhangi bir şey söylesem üzerime atlayacaklardı. bu da onların bir şeyleri konuşarak halletmek için yeterli kelime hazinesi ve insanlık suretine sahip olmadıklarını gösterdi. beni en çok üzen şeyse kimsenin bana "nasılsın" diye sormamasıydı. şimdi bakınca, aşağı yukarı aynı süredir ayrı kaldığım iki çevreyi karşılaştırınca, biri güleryüzle, nasılsın diyor, öteki dikdik bakıp nefretini kusuyordu. (ki burada da bana en çok (ve tek) sorulan soru nerede ve hangi bölümde okuyorsundu. tamamen kötüniyetli ve muhattapının insanlığını ayaklar altına almak demektir bu. oysa ben defalarca herkese nasılsın diye sormaya inatla devam ettim.) zaten ötekilerden biri bana 3-4 yıl öncesinden zengin piçi demiş, şoke etmişti. beraber top oynadığım, aynı yemeği yediğim, bütün günü beraber geçirdiğim insan. ne piçliğimi görmüşse işte. (burada yaşadıklarımı ayrıntılı olarak yazdım belki yayınlarım yine burada)
öyle işte. ortada birsürü nefret ve merkezinde ben varım. bu kadarını yaşamayı belki de hiç düşünmedim. şu gerçek galiba, bu dünya için fazla iyiyim.
pekçok arkadaşım oldu. sevenler oldu, üzenler oldu. 90'ların sonu 200'lerin başındaki her çocuk gibi ezik kola kutularıyla maç yaptım, tasolarla oynadım, kağıttan toplarla koridorda oynadım, kırılganlığımın çocukluk evrelerinde de kötü şeyler yaşadım, iyi şeyler yaşadım. geriye dönüp baktığımda kimsenin en iyi arkadaşı ol(a)madığımı görüyorum. kimse için vazgeçilmez değilim, bunu da biliyorum üzücü bir durum.
starbucks'ta her günkü okuma seanslarından birini yaparken işte 12 yaşımda aynı sınıfta olduğumuz kızı gördüm, o değildi tamam tamam uzatmıycam. uzun süre baktım kıza, vücut ölçüleri yüz hatları filan hep aynıydı, ama gözlerini görmem gerekiyordu, gözleri hep kitabına doğru eğikti, nihayet gözlerini bana doğru döndürdüğünde gördüm o olmadığını. her şeye rağmen çıkarken gidip yanına sordum.
"pardon, adınız büşra mı?"
hayır dedi. şimdi bundan eminim. çıktıktan sonra kafam karıştı. çünkü hayır derken bana gülümsüyordu ve muhtemelen benimle tanışmak istiyordu. fena olmazdı aslında, en azından muhabbet edebilmek için falan.
bununla sınırlı değildi tabii son 2 haftadaki tesadüfler. önce liseden bir arkadaşımı gördüm. yoğun depresyon ve kaygı yaşadığım dönemlerde, bana destek olmaya çalışan ama malum olaylardan ve anılardan dolayı kendimden uzaklaştırmak durumunda kaldığım ve kaba davrandığım insanlardan biriydi. beni görmemezlikten gelmek istedi, benim böyle isteyeceğimi düşündü herhalde. görüp hemen selam verdim, yanıma oturdum. birkaç gün öncesine göre çok gereksiz bulduğum şu soruyu sordu
"nasılsın?"
biri size içtenlikle nasılsın diye soruyorsa, koparmayın onu hayatınızdan. nasılsın sorusunun altında aslında tahmin edemeyeceğimiz derecede sevgi yatar, iyiniyet yatar.
"gördüğün gibi, gülebiliyorum artık. siz nasılsınız, neler yapıyorsunuz?"
diye cevap vermek oldu benim akabinde yaptığım. beş dakika muhabbet edebildik, belki daha az, olsun, sözleştik, buluşuruz belki, bilemiyorum. ben herhangi bir geribildildirimde bulunmayacağım, ama gelebilecek herhangi bir daveti de içtenlikle kabul ederim.
rastladığım bir diğer şahıs 2007 döneminde aynı sınıfı paylaştığımız garip çocuklardan biriydi. o dönem benim için çok zordu, belki sonra detaylı anlatırım, dersanedeki ortam faşizan ve feodaldi. bütün o kötü günler şu an bile beni huzursuz ediyor açıkçası. itüsözlük'te iyi tespitler çıkardım zaten haklarında, merak edenler bakabilirler. neyse çocuğun yanında başörtülü bir kız vardı, ve ben kuzenimle yan masada oturuyordum. beni gördü çünkü tam dibinden geçmiştim. ısrarla suratına baktım, o da ısrarla önüne bakmaya ve beni görmemezlikten gelmeye devam etti. rahatsız olması amacıyla kuzenimle küfürlü ve gürültülü şekilde muhabbet etmeye başladım. belki, bak orada iğrenç çöplüğünüzdeki basık insan değilim ben, küfür ediyorum, iyiyim ve daha iyi olucam demekti bu, bilemiyorum. ona karşı hissettiğim açık his, nefretti. belki ondan daha çok onun gibi insanları fabrikalarından çıkaran çarka, kurumlara.
yine kavurucu epey, aydınlık bir yaz sıcağında, yeni aldığım (ilk bu) güneş gözlüklerimi takmış, mehmet sungur'un ofisinden evime doğru uzun bir yürüyüş yaparken, buradan taşınmış olduğunu, ortak geçmişte pay edindiğimiz bölümden bir arkadaşın da arkadaşı olan (ki o bana buradan taşınmış olduğunu söyledi) ilkokuldaki ve kısmen lisedeki arkadaşımı gördüm. tabii ki o da beni gördü, çünkü yan yana geldik. güneş gözlüğünün kalkanıyla şöyle bir nefretle süzdüm. neden sonra, sadece o kadardı nefret. itiraf etmeliyim, onunla kısmen güzel zamanlarımız vardı.
yine armutlu'da da genel olarak aynı şeyleri yaşadım. çocukluğumu ve ergenlik dönemimi orada geçirmiş biri olarak insanların genel nefretini edinmek beni epey üzmüştü. akabinde malum olaylar yaşandı ve oraya uğradığım son iki günde kendimi ormanda bir av gibi hissettim. insanların hırıltılarını duyuyor, dikdik baktıklarını görüyordum. herhangi bir şey söylesem üzerime atlayacaklardı. bu da onların bir şeyleri konuşarak halletmek için yeterli kelime hazinesi ve insanlık suretine sahip olmadıklarını gösterdi. beni en çok üzen şeyse kimsenin bana "nasılsın" diye sormamasıydı. şimdi bakınca, aşağı yukarı aynı süredir ayrı kaldığım iki çevreyi karşılaştırınca, biri güleryüzle, nasılsın diyor, öteki dikdik bakıp nefretini kusuyordu. (ki burada da bana en çok (ve tek) sorulan soru nerede ve hangi bölümde okuyorsundu. tamamen kötüniyetli ve muhattapının insanlığını ayaklar altına almak demektir bu. oysa ben defalarca herkese nasılsın diye sormaya inatla devam ettim.) zaten ötekilerden biri bana 3-4 yıl öncesinden zengin piçi demiş, şoke etmişti. beraber top oynadığım, aynı yemeği yediğim, bütün günü beraber geçirdiğim insan. ne piçliğimi görmüşse işte. (burada yaşadıklarımı ayrıntılı olarak yazdım belki yayınlarım yine burada)
öyle işte. ortada birsürü nefret ve merkezinde ben varım. bu kadarını yaşamayı belki de hiç düşünmedim. şu gerçek galiba, bu dünya için fazla iyiyim.
3 Ağustos 2010 Salı
pop müzik soslu tarkan yazısı
2010 yazı, sıcak ve boğucu bir gün. temmuz ayı ve her istanbullu kaybeden gibi yaz aylarını istanbul'da geçiriyorum, arabadayım. radyoda arka arkaya murat boz, murat dalkılıç ve sertab erener'in söylediği soner sarıkabadayı besteleri çalıyor. bunalıyorum, üzerimde deneyler yapılan biri gibi hissediyorum. kanalı değiştiriyorum bu sefer başka sarıkabadayı bestesi, emre altuğ yorumuyla çıkıyor karşıma. o kadar, kıstırılmış hissediyorum ki kendimi, tepki olsun diye aşkım kronik'i yazıyorum. soner geliyor, besteliyoruz.
evet, şarkıyı tamamen tepki amaçlı yazdım. fena bir şarkı değil gerçi, piyasaya versem tutar, radyolarda çalar. ilgilenen popçu arkadaşlar varsa onbin dolara veririm valla. ciddiyim. aslında sarıkabadayı kişisi kendi bir grup kurup şarkılarını insanlarla öyle paylaşsa kendisine karşı tutumum tamamen nötr olurdu. onun göreceli olarak kötü müzik yapması ve radyolarda parçasının çalması bende herhangi bir nefret unsuru oluşturmaz. sorun, bütün radyolarda farklı kişilerin yorumlarıyla aynı adamın birbirinin aynı estetiksiz parçalarının çalması. piyasanın sadece bunlarla dolu olması. ve buna benzer yapılabilecek bir sürü sosyolojik gözlem işte.
dönelim tarkan'a neden böyle başladım yazıya, açıklayayım. ekşi sözlük'te okudum tamamen, doğru mu yanlış mı bilmiyorum, sarıkabadayı kardeşimiz tarkan'a beste teklifi yapıyor, tarkan'sa herkese beste veren adamdan beste almam diyerek reddediyormuş. içimdeki tarkan sevgisi, büyüyor büyüyor tabii. ileride o besteyi büyük ihtimalle murat boz'un yorumuyla vıcık vıcık yaylılarla dinleriz herhalde.
tarkan, tarkan. 4-5 yaşlarımdayken, büyük teybimizin dibinde, mustafa sandal'la, barış manço'yla, yoncimik'le beraber dinlediğim tarkan. o dönemlerde kış güneşi ve gül döktüm yolları'nayı sık dinlediğimi hatırlıyorum. hatırladığım en eski tarkan bestesiyse, vazgeçemem, ilk albümden. onunla büyüdük tabii. arabada dinlemek için diskografisini hazırlarken tarkan'ın şöyle parçalarına teker teker baktım. ilk albümden gelipte halimi gördün mü'yü ve selam ver'i keşfettim ve ilk albümü kimlerle beraber yaptığını merak ettim. merakım, herhangi bir araştırmaya vakıf olmadı, asıl bombanın aacayipsin albümüyle patladığı kesin. seviş benimle epey kalıcı bir şarkıdır orada mesela. tarkan'ın sıradan bir popçu olmadığını addeder. türkiye gibi, muhafazakar bir toplumda kim daha önce yapılmamış cüretkar bir işe bulaşıp ardından başarıyla kalkar ve kendini kabul ettirebilir ki? tarkan işte, başarmış etmiş. müzikalite ve duygu yoğunluğu olarak unutulmaz şarkılar var tabii, çocukken çok dinlediğim tarkan şarkılarını şimdilerde dinlemeyi pek sevmiyorum nedense. bu albümden de şeytan azapta, bekle, durum beter ve gitmeyi yadediyorum. şeytan azapta epey dikkat çekici. epey yoğun bir anlatımı var. durum beter de keza öyle. şu anki pop piyasası içinde kesinlikle "sıradışı" şarkılar bunlar. tarkan yapmış, 15 sene olmuş. şu anki piyasaya bakınca ümitsizliğe kapılıyorum ve yine yapsa yapsa tarkan yapar diyorum, maalesef. neyse, ne işte. üzerinde en az durduğum albümse ölürüm sana. çok fazla dinlediğimden tabii ki bu ve daha fazla hatırlıyorum. unut beni dışında pek fazla üzerinde durduğum şarkı olmadı. karma'da yine başarılı ve yoğun dönem ürünü tarkan albümü. tarkan bu albümü 4-5 yıl aradan sonra çıkarmıştı, kimilerine göre, beklenile değdi, kimilerine göre değmedi. özel bir albüm o da. 94 ve 97 çıkışlı albümler, çok çok özel olduklarından belki insanlar hayal kırıklığına uğradı ama bu albümün kendi içinde başarılı olduğu ve daha çok tarkan'a has olduğu gerçeğini değiştirmez. o'na sor ve verme adlı besteler son dinleyişimde dikkatimi çekti. bundan birkaç yıl önce verme adlı şarkıyı anlayamazdım belki. bugün dinlediğimdeyse, sadece pop müzik piyasası için değil, genel türk müziği anlamında da özellikle sözler açısından çok önemli bir şarkı olduğunu görüyorum. bir deniz otobüsü yolculuğu sırasında kendisini 5-6 defa dinletecek kadar özel bir şarkı verme. karma albümü sonrası dudu mini albümü geliyor, karma tadında. sorma kalbim gibi alaturka bir tarkan eseri barındırıyor içerisinde. tanrı'nın öğütlerini dinliyoruz tarkan'ın ağzından, aşkla ve kabullenmeyle, yetinmeyle dolduruyor tarkan kalbimizi. ingilizce albümüneyse pek vakıf değilim açıkçası. çıkan hitler dışında pek bir bilgim yok. sanırım beklenilen başarıyı elde edemedi, hitlere bakarak yorumlamak gerekirse'de start the fire dışında yakalayan bir şarkı yoktu. uzun bir sessizlik getirdi bu albüm. dile kolay, 6-7 sene yeni tarkan şarkıları duyamadık. gözden uzak oldu, gönülden de belki. metamorfoz çıktığında, belki bu nedenler, belki içerisinde bulundğum yoğun depresyon nedeniyle fazla ilgilenmedim. nisan ayında pare pare'nin klibini gördüm ve gözlerimi doldurdu. youtube'dan açıp açıp dinledim. ruhumun kıyılarına iniyordu tarkan, dalgalı denizim yüzünden kimsenin kimsenin inemediği yerlere, yine bir teselli veriyordu, ben anlıyorum diyordu, belki de benim gibi anlayan pekçok insan var. metamorfoz albümünü tam olarak 2009 gibi dinledim açıkçası. albümün b yüzünü, a yüzünden daha başarılı buldum. sound olarakta tarkan'a yakışır biçimde yenilikçiydi. sözler biraz tekerleme gibiydi, belki tarkan hepsini kendi yazmamalıydı dedirtti, ama bir metamorfoz yaşamak istemiş, yaşamış sonuçta tarkan. kesinlikle iyi bir albüm. ama karşımızda o kadar başarılı bir diskografi varki, insan buruk olarak en "olmamış" tarkan albümü diyebiliyor. şimdi 2010 yazındayız ve yeni bir tarkan albümü var elimizde. gerçek bir geridönüş. sadece tarkan'dan duyabileceğimiz bir nevi sevin, sevişin nidaları. yorumlamak istemiyorum nedense, kısaca değinirsem keşke içinde birkaç parça daha olsaymış dedirtti. bir de kayıp'ın sonundaki şiir olmamış dedirtti. belli tarkan kıyamamış sözlere, o da bir kusur olsun işte.
insan olarak tanımıyorum tabii kendisini. az gazete okuyorum, az tv izliyorum, etkisi vardır. gerçi kendisi de son dönemlerde çok fazla gözükmüyor beyaz camda. kullandığı madde için kullanmadım demeyen, rizeye yapılması planlanan termik santrale tepkisini koyan, çok yuvarlak bir şarkı da olsa hop hop diye bir şarkı yapan bir insan işte, belki biraz ipucu olabilir, ne biliyim. her sağlıklı insan gibi iyidir, iyiniyetlidir. son olarak herkese canlı izleyebilme fırsatı diliyorum kendisini. epey eğlendiriyor. böyle sonlansın işte bu yazı da. iyi geceler.
evet, şarkıyı tamamen tepki amaçlı yazdım. fena bir şarkı değil gerçi, piyasaya versem tutar, radyolarda çalar. ilgilenen popçu arkadaşlar varsa onbin dolara veririm valla. ciddiyim. aslında sarıkabadayı kişisi kendi bir grup kurup şarkılarını insanlarla öyle paylaşsa kendisine karşı tutumum tamamen nötr olurdu. onun göreceli olarak kötü müzik yapması ve radyolarda parçasının çalması bende herhangi bir nefret unsuru oluşturmaz. sorun, bütün radyolarda farklı kişilerin yorumlarıyla aynı adamın birbirinin aynı estetiksiz parçalarının çalması. piyasanın sadece bunlarla dolu olması. ve buna benzer yapılabilecek bir sürü sosyolojik gözlem işte.
dönelim tarkan'a neden böyle başladım yazıya, açıklayayım. ekşi sözlük'te okudum tamamen, doğru mu yanlış mı bilmiyorum, sarıkabadayı kardeşimiz tarkan'a beste teklifi yapıyor, tarkan'sa herkese beste veren adamdan beste almam diyerek reddediyormuş. içimdeki tarkan sevgisi, büyüyor büyüyor tabii. ileride o besteyi büyük ihtimalle murat boz'un yorumuyla vıcık vıcık yaylılarla dinleriz herhalde.
tarkan, tarkan. 4-5 yaşlarımdayken, büyük teybimizin dibinde, mustafa sandal'la, barış manço'yla, yoncimik'le beraber dinlediğim tarkan. o dönemlerde kış güneşi ve gül döktüm yolları'nayı sık dinlediğimi hatırlıyorum. hatırladığım en eski tarkan bestesiyse, vazgeçemem, ilk albümden. onunla büyüdük tabii. arabada dinlemek için diskografisini hazırlarken tarkan'ın şöyle parçalarına teker teker baktım. ilk albümden gelipte halimi gördün mü'yü ve selam ver'i keşfettim ve ilk albümü kimlerle beraber yaptığını merak ettim. merakım, herhangi bir araştırmaya vakıf olmadı, asıl bombanın aacayipsin albümüyle patladığı kesin. seviş benimle epey kalıcı bir şarkıdır orada mesela. tarkan'ın sıradan bir popçu olmadığını addeder. türkiye gibi, muhafazakar bir toplumda kim daha önce yapılmamış cüretkar bir işe bulaşıp ardından başarıyla kalkar ve kendini kabul ettirebilir ki? tarkan işte, başarmış etmiş. müzikalite ve duygu yoğunluğu olarak unutulmaz şarkılar var tabii, çocukken çok dinlediğim tarkan şarkılarını şimdilerde dinlemeyi pek sevmiyorum nedense. bu albümden de şeytan azapta, bekle, durum beter ve gitmeyi yadediyorum. şeytan azapta epey dikkat çekici. epey yoğun bir anlatımı var. durum beter de keza öyle. şu anki pop piyasası içinde kesinlikle "sıradışı" şarkılar bunlar. tarkan yapmış, 15 sene olmuş. şu anki piyasaya bakınca ümitsizliğe kapılıyorum ve yine yapsa yapsa tarkan yapar diyorum, maalesef. neyse, ne işte. üzerinde en az durduğum albümse ölürüm sana. çok fazla dinlediğimden tabii ki bu ve daha fazla hatırlıyorum. unut beni dışında pek fazla üzerinde durduğum şarkı olmadı. karma'da yine başarılı ve yoğun dönem ürünü tarkan albümü. tarkan bu albümü 4-5 yıl aradan sonra çıkarmıştı, kimilerine göre, beklenile değdi, kimilerine göre değmedi. özel bir albüm o da. 94 ve 97 çıkışlı albümler, çok çok özel olduklarından belki insanlar hayal kırıklığına uğradı ama bu albümün kendi içinde başarılı olduğu ve daha çok tarkan'a has olduğu gerçeğini değiştirmez. o'na sor ve verme adlı besteler son dinleyişimde dikkatimi çekti. bundan birkaç yıl önce verme adlı şarkıyı anlayamazdım belki. bugün dinlediğimdeyse, sadece pop müzik piyasası için değil, genel türk müziği anlamında da özellikle sözler açısından çok önemli bir şarkı olduğunu görüyorum. bir deniz otobüsü yolculuğu sırasında kendisini 5-6 defa dinletecek kadar özel bir şarkı verme. karma albümü sonrası dudu mini albümü geliyor, karma tadında. sorma kalbim gibi alaturka bir tarkan eseri barındırıyor içerisinde. tanrı'nın öğütlerini dinliyoruz tarkan'ın ağzından, aşkla ve kabullenmeyle, yetinmeyle dolduruyor tarkan kalbimizi. ingilizce albümüneyse pek vakıf değilim açıkçası. çıkan hitler dışında pek bir bilgim yok. sanırım beklenilen başarıyı elde edemedi, hitlere bakarak yorumlamak gerekirse'de start the fire dışında yakalayan bir şarkı yoktu. uzun bir sessizlik getirdi bu albüm. dile kolay, 6-7 sene yeni tarkan şarkıları duyamadık. gözden uzak oldu, gönülden de belki. metamorfoz çıktığında, belki bu nedenler, belki içerisinde bulundğum yoğun depresyon nedeniyle fazla ilgilenmedim. nisan ayında pare pare'nin klibini gördüm ve gözlerimi doldurdu. youtube'dan açıp açıp dinledim. ruhumun kıyılarına iniyordu tarkan, dalgalı denizim yüzünden kimsenin kimsenin inemediği yerlere, yine bir teselli veriyordu, ben anlıyorum diyordu, belki de benim gibi anlayan pekçok insan var. metamorfoz albümünü tam olarak 2009 gibi dinledim açıkçası. albümün b yüzünü, a yüzünden daha başarılı buldum. sound olarakta tarkan'a yakışır biçimde yenilikçiydi. sözler biraz tekerleme gibiydi, belki tarkan hepsini kendi yazmamalıydı dedirtti, ama bir metamorfoz yaşamak istemiş, yaşamış sonuçta tarkan. kesinlikle iyi bir albüm. ama karşımızda o kadar başarılı bir diskografi varki, insan buruk olarak en "olmamış" tarkan albümü diyebiliyor. şimdi 2010 yazındayız ve yeni bir tarkan albümü var elimizde. gerçek bir geridönüş. sadece tarkan'dan duyabileceğimiz bir nevi sevin, sevişin nidaları. yorumlamak istemiyorum nedense, kısaca değinirsem keşke içinde birkaç parça daha olsaymış dedirtti. bir de kayıp'ın sonundaki şiir olmamış dedirtti. belli tarkan kıyamamış sözlere, o da bir kusur olsun işte.
insan olarak tanımıyorum tabii kendisini. az gazete okuyorum, az tv izliyorum, etkisi vardır. gerçi kendisi de son dönemlerde çok fazla gözükmüyor beyaz camda. kullandığı madde için kullanmadım demeyen, rizeye yapılması planlanan termik santrale tepkisini koyan, çok yuvarlak bir şarkı da olsa hop hop diye bir şarkı yapan bir insan işte, belki biraz ipucu olabilir, ne biliyim. her sağlıklı insan gibi iyidir, iyiniyetlidir. son olarak herkese canlı izleyebilme fırsatı diliyorum kendisini. epey eğlendiriyor. böyle sonlansın işte bu yazı da. iyi geceler.
29 Temmuz 2010 Perşembe
sokak
sokak..
evet sokak. çocukluk dönemi boyunca bir şekilde içerisinde olduğum, küçüklerin top oynayıp birbirlerine yeni öğrendikleri küfürleri söyledikleri, gençlerin memleket meseleleri üzerine tartışıp daha çok, sağ merkezli ve milliyetçi görüşler edindiği (en azından yaşadığım sokaklarda öyleydi) daha yaşlılarınsa, tamamen ekmek derdinde olduğu sokak. birbirinden alakasız binaların yanyana dizildiği sokak. okul arkadaşlarınızı okul formaları dışında başka şeyler giyerken gördüğünüz sokak. gençlerin kız meseleleri üzerine fikirler yürüttüğü sokak. arabesk yahut pop müziğin eksik olmadığı sokak. 3-5 tane karı resmi görmek isteyen babanıza şamdan ekli gazete almak için çıktığınız sokak. çocuklarından korktuğumuz, sokak. kar yağdığında kartopu oynadığımız sokak. top oynarken arabaların geçmesini beklediğimiz sokak. elinizde içkiyle evinize girerken sürekli etrafını kolaçan ettiğiniz sokak.
sokak işte bildiğin sokak. 2005 yılından beri cadde üzerinde yaşıyorum, pek bir alakam yok bu aralar istanbul'da sokakla. kuzenimin istambul'a gelişiyle beyoğlu'nun ve kadıköy'ün arka sokaklarına girişimizle beraber içimde tekrar bir şeyler hissettiren sokak. sokağa yabancı değilim hala. benim için fazla vahşi belki. insanlar daha çok nefret ediyor ve kendi gibi olmayanlara psikolojik, belki de fiziksel şiddet uyguluyor. bu yazıyı yalova'dan yazıyorum ve burası sokaktaki insanlarla dolu. hatta sadece sokaktaki insanlar var, o derece. cadde üzerinde yaşayan, starbucks'ta veya alışveriş merkezlerinde takılan şehir insanlarıysa herhalde daha çok şu ihlas evlerinin oralarda falandırlar. yaşayan ölülerden mi yoksa bu sokak insanlarının tutuculuğundan mı daha fazla rahatsız oluyorsun deseler ikisini eşit tutardım herhalde. sokaktaki adam, tamamen sterilize edilmiş şekilde yaşıyor belki. değer vereceği bir şeyler zerk ediliyor damarlarına, hayatı onlara körü körüne bağlanarak geçiriyor. eline kalem kağıt almak çok uzak gelir onlara. bati menşeili ülkelerdeki sokaklar biraz daha ilgi çekici gelir bana. punk müziğin çıkışı falan. elinizde üç akor var, öğrendiniz işte üzerine söz yazın ve çalın anlayışı. üretmek, sığ düşüncelerden kurtulmak, her şeyi özgürce tartışıp öfkeyi doğru yerlere duyabilmek. işte bizim sokaklarımızda çok az olan şeyler. aslında sokak içinde geçerli değil bu, kendini bir şekilde ifade edebiliyorsan suç işlemediğin ya da zarar vermediğin takdirde kimsenin birilerini tımarhaneye tıkma gibi niyetleri yoktur herhalde. insanlar, sokakta yere tüküren, yanından geçen kızın yüzüne değil, götüne bakan, kendi gibi olmayanlara nefret besleyen, genel nefreti insanlara şiddetle gösteren, kendisini sözlerle ifade edemeyip kavga kollayan, gelenekleri geliştirme veya değiştirme gibi geliştirici yönlere bulaşmayıp onlara körü körüne bağlanan, kendini bir şeylerin reisi olarak görüp fiziksel olarak veya psikolojik baskıyla sindiren insanlar. bunları düşündükçe sokaktan kurtulduğuma memnunum aslında. ama sokaktaki kısmi yaşam arayışınaysa hayranlık duyuyorum. her sokak mevcudu için konuşmuyorum ama, sokaktaki adam, ya da serseri herneyse, serseriliğini yapıcı olarak kullanmayıp ruhsal mastürbasyona devam ettiği sürece, sokaklar bir şeyler becerebilme yetisinden hep yoksun kalacaklar. iyi şeyler de var tabii, rap kültürü gibi. evde kaydedip yayınladıkları şarkılarla kendilerini anlatmaya çalışan, sevgiyi ve nefreti nereye yansıtacağını bilen, insanlara saygılı, aynı zamanda içten, canayakın insanlar. neden şimdi bilmem ceza'nın polis haftası için yaptığı sevgi işleyin şarkısı geldi aklıma. aynı şeylerden bahseder. sokağın aslında neler başarabileceğinden. rapçilere epey yavşadım galiba, rapçi fetişisti değilim, ama dediğim gibi hoşuma gidiyor yaptıkları iş.
sokaktaki insan, oku, gör, duy, sevgi besle. yoksa bi' sikim değilsin. insanların canını yakmaya devam ettiğin sürece eline duyduğun hislerden başka bir şey geçmeyecek. hislerini tahmin edemiyorum, çünkü ben sindirmeye çalıştığın insanlardandım. ben hiç iyi şeyler hissetmiyordum, seni bilmem. senin sorunlarını gözlemleyip reçete yazmak, başka bakış açıları kazandırmak dışında da ilgilenmiyorum seninle. öyle işte.
evet sokak. çocukluk dönemi boyunca bir şekilde içerisinde olduğum, küçüklerin top oynayıp birbirlerine yeni öğrendikleri küfürleri söyledikleri, gençlerin memleket meseleleri üzerine tartışıp daha çok, sağ merkezli ve milliyetçi görüşler edindiği (en azından yaşadığım sokaklarda öyleydi) daha yaşlılarınsa, tamamen ekmek derdinde olduğu sokak. birbirinden alakasız binaların yanyana dizildiği sokak. okul arkadaşlarınızı okul formaları dışında başka şeyler giyerken gördüğünüz sokak. gençlerin kız meseleleri üzerine fikirler yürüttüğü sokak. arabesk yahut pop müziğin eksik olmadığı sokak. 3-5 tane karı resmi görmek isteyen babanıza şamdan ekli gazete almak için çıktığınız sokak. çocuklarından korktuğumuz, sokak. kar yağdığında kartopu oynadığımız sokak. top oynarken arabaların geçmesini beklediğimiz sokak. elinizde içkiyle evinize girerken sürekli etrafını kolaçan ettiğiniz sokak.
sokak işte bildiğin sokak. 2005 yılından beri cadde üzerinde yaşıyorum, pek bir alakam yok bu aralar istanbul'da sokakla. kuzenimin istambul'a gelişiyle beyoğlu'nun ve kadıköy'ün arka sokaklarına girişimizle beraber içimde tekrar bir şeyler hissettiren sokak. sokağa yabancı değilim hala. benim için fazla vahşi belki. insanlar daha çok nefret ediyor ve kendi gibi olmayanlara psikolojik, belki de fiziksel şiddet uyguluyor. bu yazıyı yalova'dan yazıyorum ve burası sokaktaki insanlarla dolu. hatta sadece sokaktaki insanlar var, o derece. cadde üzerinde yaşayan, starbucks'ta veya alışveriş merkezlerinde takılan şehir insanlarıysa herhalde daha çok şu ihlas evlerinin oralarda falandırlar. yaşayan ölülerden mi yoksa bu sokak insanlarının tutuculuğundan mı daha fazla rahatsız oluyorsun deseler ikisini eşit tutardım herhalde. sokaktaki adam, tamamen sterilize edilmiş şekilde yaşıyor belki. değer vereceği bir şeyler zerk ediliyor damarlarına, hayatı onlara körü körüne bağlanarak geçiriyor. eline kalem kağıt almak çok uzak gelir onlara. bati menşeili ülkelerdeki sokaklar biraz daha ilgi çekici gelir bana. punk müziğin çıkışı falan. elinizde üç akor var, öğrendiniz işte üzerine söz yazın ve çalın anlayışı. üretmek, sığ düşüncelerden kurtulmak, her şeyi özgürce tartışıp öfkeyi doğru yerlere duyabilmek. işte bizim sokaklarımızda çok az olan şeyler. aslında sokak içinde geçerli değil bu, kendini bir şekilde ifade edebiliyorsan suç işlemediğin ya da zarar vermediğin takdirde kimsenin birilerini tımarhaneye tıkma gibi niyetleri yoktur herhalde. insanlar, sokakta yere tüküren, yanından geçen kızın yüzüne değil, götüne bakan, kendi gibi olmayanlara nefret besleyen, genel nefreti insanlara şiddetle gösteren, kendisini sözlerle ifade edemeyip kavga kollayan, gelenekleri geliştirme veya değiştirme gibi geliştirici yönlere bulaşmayıp onlara körü körüne bağlanan, kendini bir şeylerin reisi olarak görüp fiziksel olarak veya psikolojik baskıyla sindiren insanlar. bunları düşündükçe sokaktan kurtulduğuma memnunum aslında. ama sokaktaki kısmi yaşam arayışınaysa hayranlık duyuyorum. her sokak mevcudu için konuşmuyorum ama, sokaktaki adam, ya da serseri herneyse, serseriliğini yapıcı olarak kullanmayıp ruhsal mastürbasyona devam ettiği sürece, sokaklar bir şeyler becerebilme yetisinden hep yoksun kalacaklar. iyi şeyler de var tabii, rap kültürü gibi. evde kaydedip yayınladıkları şarkılarla kendilerini anlatmaya çalışan, sevgiyi ve nefreti nereye yansıtacağını bilen, insanlara saygılı, aynı zamanda içten, canayakın insanlar. neden şimdi bilmem ceza'nın polis haftası için yaptığı sevgi işleyin şarkısı geldi aklıma. aynı şeylerden bahseder. sokağın aslında neler başarabileceğinden. rapçilere epey yavşadım galiba, rapçi fetişisti değilim, ama dediğim gibi hoşuma gidiyor yaptıkları iş.
sokaktaki insan, oku, gör, duy, sevgi besle. yoksa bi' sikim değilsin. insanların canını yakmaya devam ettiğin sürece eline duyduğun hislerden başka bir şey geçmeyecek. hislerini tahmin edemiyorum, çünkü ben sindirmeye çalıştığın insanlardandım. ben hiç iyi şeyler hissetmiyordum, seni bilmem. senin sorunlarını gözlemleyip reçete yazmak, başka bakış açıları kazandırmak dışında da ilgilenmiyorum seninle. öyle işte.
27 Temmuz 2010 Salı
çaresizlik üzerine (arabesk bir yazı)
biraz çaresizlik üzerine konuşmak istiyorum. nasıl başlayacağımı bilmediğim zamanlarda nasıl başlayacağımı bilmiyorum der, öyle bir başlangıç yaparım genelde. ki bu da bir başlangıç çeşididir değil mi? demek ki söylenecek bir şey varsa söyleme yolunda asla çaresizlik yok. nasıl başlayacağımı bilmiyorum de ve söylemek istediklerini dizmeye başla.
çaresizlik üzerine yazmayı aslında fazıl say'ın son söylemlerinden sonra karar verdim. çaresizlik aslında kolay kolay bulunabileceğiniz konum değildir. en başta gerçekten yaşıyor olmanız gerekir. bir şeyler yapan, bir şeyler hakkında düşünen, neden diye soran insanlar çaresizliğe düşebilir. tabii bu da yetmiyor. gerçekten uzun süreler boyunca bazı şeyleri yanlış yapmak, yani kendi kuyunu kazmak gerekir. eet, bayaa kazdım ben de kendi kuyumu oradan biliyorum. ne demiştik, fazıl say. neymiş efendim, arabesk yavşaklıkmış. bir bakıma doğru olabilir evet, ama fazıl bey yaşadığı akvaryıum dışında dünya hakkında pek fazla bir şey bilmediği falan da anlaşılıyor açıklamalarıyla. arabeski tamamen çaresizlik üzerine bir şeyler söyleyen bir müzik olarak algılarsak, konuyla bağlantıyı da kurmuş oluruz. arabesk kültürü içinde büyümedim, yani esas içinde büyümedim, ama kendi başarısızlıklarını, veya sistemin kendisini denek olarak kullanmasını bilmeyen insanların cahilliklerini suçlanması gereksiz insanları suçlayarak ortaya çıkaran pek çok insan tanıdım. zengin hayatı yaşamama rağmen, aynı suyu içtiğim, aynı tabaktan yemek yediğim, aynı takımda top oynadığım bir arkadaşım bana zengin piçi dediğinde farkettim bunu da. bu da bir arabesk kültürdür mesela, ama arabeski bunun tek suçlusu olarak addedemeyiz. arabesk müzikle ilişkimse üstad orhan baba'nın klasikleri, fairuz derin bulut'un arabesk çalışması ve pop müziğe yansıyan arabesk yaklaşımdan ibaret. bunun içine mahsun kırmızıgül, doğuş falan da girebilir tabii.
ben buradan sadece arabesk tüketmeyen ama arabeski de tüketen bir insan olarak insanların işlevsizliklerini tamamen arabesk müziğe bağlamnın yanlış olduğunu söylemek isterim. bunu söylemek içim, dediğim gibi, tamamen akvaryum içinde yaşayan bir insan olmak gerekir, başka bir deyişle hiç çaresiz olmamış olan biri. bu noktada fazıl say'ı kıskandım bak şimdi. arabesk bu kültüre has bir şeydir belki, insanların çaresizliğini dışavuruş biçimi bir nevi. kaynağı çaresizlik olan pekçok gitar menşeili müzik türü de var tabii. bunu sadece bize özgü olan ve nefret edilecek bir şey olarak algılamak öküzlükten başka bir sıfat getirmiyor aklıma nedense. evet özensiz bir müzik, ama en azından içi dolu bir müzik.çaresizlik yaşanması gerekiyorsa yaşanmalıdır. zira kartopu gibi büyüyüp fecaat sonuçlara neden olabilir. insanın işlevsizliği dinlediği müzikten ziyade bastırılmışlığıdır. arabesk insanın yaşam koşullarına verdiği bir çeşit tepkidir. ki bir şeyleri suçlayan, sorumlu tutan pekçok arabesk şarkısı vardır (demek istiyorum). arabesk insanları bastırmak üzere kullanılan bir maşa olarak kullanılırsa (ki buna çok uygundur) elbette bir yavşaklık olarak addedilebilir. saf arabesk her saf müzik türü gibi böyle bir amaç taşımaz, en azından gözlemleyebildiğim eserlerde görülen örnek bu. kaldıki gözümüze gözümüze sokulan bir popmüzik yavşaklığı dururken önümüzde, arabesk daha ikinci planda gibi.
şimdi baktımda, yazı pek içime sinmedi lan. fazıl bey genelleme yapma sen kardeşim, dediklerine kısmen katılıyorum ben de. neyse böyle bir şeyler işte.
çaresizlik üzerine yazmayı aslında fazıl say'ın son söylemlerinden sonra karar verdim. çaresizlik aslında kolay kolay bulunabileceğiniz konum değildir. en başta gerçekten yaşıyor olmanız gerekir. bir şeyler yapan, bir şeyler hakkında düşünen, neden diye soran insanlar çaresizliğe düşebilir. tabii bu da yetmiyor. gerçekten uzun süreler boyunca bazı şeyleri yanlış yapmak, yani kendi kuyunu kazmak gerekir. eet, bayaa kazdım ben de kendi kuyumu oradan biliyorum. ne demiştik, fazıl say. neymiş efendim, arabesk yavşaklıkmış. bir bakıma doğru olabilir evet, ama fazıl bey yaşadığı akvaryıum dışında dünya hakkında pek fazla bir şey bilmediği falan da anlaşılıyor açıklamalarıyla. arabeski tamamen çaresizlik üzerine bir şeyler söyleyen bir müzik olarak algılarsak, konuyla bağlantıyı da kurmuş oluruz. arabesk kültürü içinde büyümedim, yani esas içinde büyümedim, ama kendi başarısızlıklarını, veya sistemin kendisini denek olarak kullanmasını bilmeyen insanların cahilliklerini suçlanması gereksiz insanları suçlayarak ortaya çıkaran pek çok insan tanıdım. zengin hayatı yaşamama rağmen, aynı suyu içtiğim, aynı tabaktan yemek yediğim, aynı takımda top oynadığım bir arkadaşım bana zengin piçi dediğinde farkettim bunu da. bu da bir arabesk kültürdür mesela, ama arabeski bunun tek suçlusu olarak addedemeyiz. arabesk müzikle ilişkimse üstad orhan baba'nın klasikleri, fairuz derin bulut'un arabesk çalışması ve pop müziğe yansıyan arabesk yaklaşımdan ibaret. bunun içine mahsun kırmızıgül, doğuş falan da girebilir tabii.
ben buradan sadece arabesk tüketmeyen ama arabeski de tüketen bir insan olarak insanların işlevsizliklerini tamamen arabesk müziğe bağlamnın yanlış olduğunu söylemek isterim. bunu söylemek içim, dediğim gibi, tamamen akvaryum içinde yaşayan bir insan olmak gerekir, başka bir deyişle hiç çaresiz olmamış olan biri. bu noktada fazıl say'ı kıskandım bak şimdi. arabesk bu kültüre has bir şeydir belki, insanların çaresizliğini dışavuruş biçimi bir nevi. kaynağı çaresizlik olan pekçok gitar menşeili müzik türü de var tabii. bunu sadece bize özgü olan ve nefret edilecek bir şey olarak algılamak öküzlükten başka bir sıfat getirmiyor aklıma nedense. evet özensiz bir müzik, ama en azından içi dolu bir müzik.çaresizlik yaşanması gerekiyorsa yaşanmalıdır. zira kartopu gibi büyüyüp fecaat sonuçlara neden olabilir. insanın işlevsizliği dinlediği müzikten ziyade bastırılmışlığıdır. arabesk insanın yaşam koşullarına verdiği bir çeşit tepkidir. ki bir şeyleri suçlayan, sorumlu tutan pekçok arabesk şarkısı vardır (demek istiyorum). arabesk insanları bastırmak üzere kullanılan bir maşa olarak kullanılırsa (ki buna çok uygundur) elbette bir yavşaklık olarak addedilebilir. saf arabesk her saf müzik türü gibi böyle bir amaç taşımaz, en azından gözlemleyebildiğim eserlerde görülen örnek bu. kaldıki gözümüze gözümüze sokulan bir popmüzik yavşaklığı dururken önümüzde, arabesk daha ikinci planda gibi.
şimdi baktımda, yazı pek içime sinmedi lan. fazıl bey genelleme yapma sen kardeşim, dediklerine kısmen katılıyorum ben de. neyse böyle bir şeyler işte.
23 Temmuz 2010 Cuma
eski resimler
" şimdi aramızda bu sınavda beklediğimden düşük alan öğrenciler var, ama ben biliyorumki onlar çalışkan öğrenciler ve telafi edecekler "
bunu ya da buna benzer bir şeyi ben 11 yaşındayken sınıf öğretmenim benim düşük bir sınav sonucum sonucu söylemişti. aldığım notu da hatırlıyorum, 50 almıştım. epey üzülüp eve gittiğimde ablam sınavımı kontrol etti ve hocanın sınavımı 30 puan eksik okuduğunu söyledi. tabii hoca için bunun bir önemi yoktu. önemli olan çalışkan bir öğrencinin hazin başarısızlığı edebiyatını yapabilmekti.
hocayı falan hatırlamıyorum, ki zaten bu kişisel bir şey değil severdim sayardım kendisini, ama bu aslında pekçok şeyi anlatıyor. kendimi bildim bileli sürekli başarılı veya başarısız addediliyorum. sıralamalara giriyorum, aynı seviyede öğrencilerle sınıf atlama yarışına giriyorum falan. yani sistem, benim gibi insanları tamamen başarı oranlarımızı ölçerek yarış atına dönüşmemizi onaylayan bir şekilkde işliyor, ya da işliyordu ne biliyim. bu günlerde müthiş bir işletmeci olma kaygısı taşımadığım için, bir amacım varsa o da öğrenmem gereken şeyleri iyi öğrenmek ve uygulayabilmek. bu güzel bir şey aslında. sürekli karşılaştırılıyoruz birbirimizle. yani en azından ben öyle bir çevrede yetiştim. insanlar karşılaştırılmaktan genellikle daha başarısız oldukları için hoşlanmazlar. bende de eskiden öyleydi. fakat şimdi neyin gerçekten başarılı ve neyin gerçekten başarısız olduğunu görebiliyorum ve benden başarılı olanlar bende kötü hisler yaratmanın aksine hayranlık hisleri uyandırıyorlar. kıskançlık falan farklı şeylere yöneliyor bende. başarılı bir insandan çok mutlu ve yalnız olmayan bir insanı kıskanırım daha çok. kıskanma nedenimse muhtemelen onun sikindirik bir insan olduğunu tahmin edip benim ne eksiğim var amına koyim şeklinde ortaya çıkıyor. biraz üzerinde irdeleyip sorgulayınca kıskançlık daha çok nefrete ve acıma hissine dönüşüyor.
bugün, hayatımda ilk defa içki içtiğim ve 6 saatlik uykuyla sabah 4'ü bulduğum bu sabah neden bunları yazıyorum. çünkü salak değer yargılarınız beni hasta etti, o yüzden. benim bir kez olsun kendimi gerçekleştirme kaygılarımı ciddiye almayıp onunla bununla yarıştırdınız. bana 15 yaşımda, beynimle sikimin yer değiştirdiği yaşta, hiçbir görüm olmadığı yaşta al geleceğini seç dediniz. sayenizde, belki biraz da kendi sayemde, ben, yaklaşık 3.5 senedir çeşitli antidepresanlar ve terapiler aldığım, iki kere hastaneye yatıp şok tedavisi gördüğüm bir geçmişe vakıf oldum. eskiden başkalarının başarılarıyla gelecek ve yetenek kaygısı taşıyan ben, şimdi bir şeyler becerebildiğimde başkalarına haksızlık ettiğimi düşünüp kaygılara kapandığım bir çeşit takıntı hastalığıyla ve bunun gibi daha pekçok obsesif düşünceyle başediyorum. engellemiyorum onları, ve bazen öyle bir kaos oluşuyorki, dostum, ne kadar namaz kılarsan kıl, ne kadar içki içersen iç asla vakıf olamazsın. arkamda hiçbir dost kalmadı. hepsi sikik bir şeyler seçti, çoğunun yerinde de olmak istemezdim, bu başka bir konu. önemli değil, her şeye rağmen güzel bir şeyler var gibi. siz olmasaydınız ben acaba nelerden nefret ederdim bilemiyorum. büyük bir boşluğu dolduruyorsunuz.
beni sizler yarattınız.
bunu ya da buna benzer bir şeyi ben 11 yaşındayken sınıf öğretmenim benim düşük bir sınav sonucum sonucu söylemişti. aldığım notu da hatırlıyorum, 50 almıştım. epey üzülüp eve gittiğimde ablam sınavımı kontrol etti ve hocanın sınavımı 30 puan eksik okuduğunu söyledi. tabii hoca için bunun bir önemi yoktu. önemli olan çalışkan bir öğrencinin hazin başarısızlığı edebiyatını yapabilmekti.
hocayı falan hatırlamıyorum, ki zaten bu kişisel bir şey değil severdim sayardım kendisini, ama bu aslında pekçok şeyi anlatıyor. kendimi bildim bileli sürekli başarılı veya başarısız addediliyorum. sıralamalara giriyorum, aynı seviyede öğrencilerle sınıf atlama yarışına giriyorum falan. yani sistem, benim gibi insanları tamamen başarı oranlarımızı ölçerek yarış atına dönüşmemizi onaylayan bir şekilkde işliyor, ya da işliyordu ne biliyim. bu günlerde müthiş bir işletmeci olma kaygısı taşımadığım için, bir amacım varsa o da öğrenmem gereken şeyleri iyi öğrenmek ve uygulayabilmek. bu güzel bir şey aslında. sürekli karşılaştırılıyoruz birbirimizle. yani en azından ben öyle bir çevrede yetiştim. insanlar karşılaştırılmaktan genellikle daha başarısız oldukları için hoşlanmazlar. bende de eskiden öyleydi. fakat şimdi neyin gerçekten başarılı ve neyin gerçekten başarısız olduğunu görebiliyorum ve benden başarılı olanlar bende kötü hisler yaratmanın aksine hayranlık hisleri uyandırıyorlar. kıskançlık falan farklı şeylere yöneliyor bende. başarılı bir insandan çok mutlu ve yalnız olmayan bir insanı kıskanırım daha çok. kıskanma nedenimse muhtemelen onun sikindirik bir insan olduğunu tahmin edip benim ne eksiğim var amına koyim şeklinde ortaya çıkıyor. biraz üzerinde irdeleyip sorgulayınca kıskançlık daha çok nefrete ve acıma hissine dönüşüyor.
bugün, hayatımda ilk defa içki içtiğim ve 6 saatlik uykuyla sabah 4'ü bulduğum bu sabah neden bunları yazıyorum. çünkü salak değer yargılarınız beni hasta etti, o yüzden. benim bir kez olsun kendimi gerçekleştirme kaygılarımı ciddiye almayıp onunla bununla yarıştırdınız. bana 15 yaşımda, beynimle sikimin yer değiştirdiği yaşta, hiçbir görüm olmadığı yaşta al geleceğini seç dediniz. sayenizde, belki biraz da kendi sayemde, ben, yaklaşık 3.5 senedir çeşitli antidepresanlar ve terapiler aldığım, iki kere hastaneye yatıp şok tedavisi gördüğüm bir geçmişe vakıf oldum. eskiden başkalarının başarılarıyla gelecek ve yetenek kaygısı taşıyan ben, şimdi bir şeyler becerebildiğimde başkalarına haksızlık ettiğimi düşünüp kaygılara kapandığım bir çeşit takıntı hastalığıyla ve bunun gibi daha pekçok obsesif düşünceyle başediyorum. engellemiyorum onları, ve bazen öyle bir kaos oluşuyorki, dostum, ne kadar namaz kılarsan kıl, ne kadar içki içersen iç asla vakıf olamazsın. arkamda hiçbir dost kalmadı. hepsi sikik bir şeyler seçti, çoğunun yerinde de olmak istemezdim, bu başka bir konu. önemli değil, her şeye rağmen güzel bir şeyler var gibi. siz olmasaydınız ben acaba nelerden nefret ederdim bilemiyorum. büyük bir boşluğu dolduruyorsunuz.
beni sizler yarattınız.
20 Temmuz 2010 Salı
mercan adası günlükleri - 1
merhaba, bu sizin de gördüğünüz ve okuduğunuz üzere ilk blog kaydım. öncelikle biraz kendimi tanıtayım. ben 20 yaşındayım, öğrenciyim. neslimin geçirdiği ortalama çocukluğu ve sonrasında gelen sıradışı büyüme çağını geçirdim. sokakta top oynadım, o kadar çok oynadım ki eve gelemeden kapı önünde çişimi bırakıp annemden dayak yedim. bazen o kadar yabancıydımki çevreme karşı, lisedeki geometri hocam beni turist ilan edivermişti. sevincimi "yes" diye ifade edecek kadar incelenmesi gereken bir vaka haline de geldim. arkadaşlarım da oldu. sevdiler beni. kimisi çok saf (salak da diyebilirsiniz) olduğum için sevdi, pek azı kendi hudutlarıma sığmadığım için sevdi. bu ikisini de kabullenip beni olduğum gibi seven insanları pek az tanıdım. şu an bulunduğum statüyü edinmek için (biz buna üniversite öğrenciliği diyoruz 18'den sonrasında özellikle türkiye gibi bir yerde adam gibi bir konumda nefes almak istiyorsanız şart gibi bir şey) kendimi bildim bileli çalıştım kaygılandım. gece 3'te kalkıp ders çalışmadığım mı kalmadı artık, okula geç kaldığım için ağlamadığım mı, bilemedim. karşılığında sik gibi bir şey aldım, tabii orası ayrı. o kadar kötü değil tabii ama, kendi kendime sorduğum zaman bazen mutlu musun diyorum. cevap kısmen hayır, kısmen evet. yine de her bok kendi elimde hala bir şeyler becerebilirim, hiçbir bok beceremezsem en kötü ihtimalle masabaşı bir işte yeteri kadar para kazanır, bilinçli tüketici olurum diye düşünüyorum. daha kötüsü de olabilir, ona da alışırım gibi geliyor.
blogun açılış nedeni, tamamen kendi yazım süreçlerimi denetlemek ve hızlandırmaktır. takip eden olursa da birkaç iyi insan tanırsam mutlu olurum. olmazsa da pek siklemem, insanların ne kadar sığ görüşlü ve zevksiz olduklarını (buna ben de dahilim belki) yeteri kadar tecrübe ettim. uzun bir yolculuk olmasını tahmin ediyorum bu blog yazarlığımın. daha önce de kendimi bazı forumlarda, sözlüklerde ifade ettim tabii. halen itüsözlük'te macajoynovic rumuzuyla bir şeyler karalamakta, yine aynı rumuzla orgalink adlı sitede bir çeşit arşiv oluşturmaktayım.
son olarak blogun isminden bahsedeyim. blogun ismi edebiyat literatürlerinden gelmektedir. sineklerin tanrısı'nı okurken rastladım mercan adası'na. küçük çocukların ıssız bir adada mahsur kalıp bir uygarlık geliştirdikleri bir adadır burası. ben de biraz iyimser takılayım dedim.
öyle işte, iyi günler.
blogun açılış nedeni, tamamen kendi yazım süreçlerimi denetlemek ve hızlandırmaktır. takip eden olursa da birkaç iyi insan tanırsam mutlu olurum. olmazsa da pek siklemem, insanların ne kadar sığ görüşlü ve zevksiz olduklarını (buna ben de dahilim belki) yeteri kadar tecrübe ettim. uzun bir yolculuk olmasını tahmin ediyorum bu blog yazarlığımın. daha önce de kendimi bazı forumlarda, sözlüklerde ifade ettim tabii. halen itüsözlük'te macajoynovic rumuzuyla bir şeyler karalamakta, yine aynı rumuzla orgalink adlı sitede bir çeşit arşiv oluşturmaktayım.
son olarak blogun isminden bahsedeyim. blogun ismi edebiyat literatürlerinden gelmektedir. sineklerin tanrısı'nı okurken rastladım mercan adası'na. küçük çocukların ıssız bir adada mahsur kalıp bir uygarlık geliştirdikleri bir adadır burası. ben de biraz iyimser takılayım dedim.
öyle işte, iyi günler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)