19 Ağustos 2010 Perşembe

mercan adası günlükleri 2

uzun zamandır yazmıyorum. aslında yazacağım konular belli. rutin hayat ve karşı cinsle olan ilişkiler üzerine bir şeyler karalamak istiyorum. bir yandan eski sorunlu halimde bir şeyleri savunduğum zamanları özlüyorum. hani şu "bakın bir şeyler yanlış. ben yanlış davranışlar sergiliyorum, çünkü beni bunalttınız, beni kendi düşüncelerimden suçlu hissetmeme neden oldunuz. hepiniz iğrençsiniz. ahlak kurallarınız, biribirinizle ilişkileriniz, bana olan davranışlarınız, hepsi iğrenç. ben bunları görüyorum ve mutsuzum. mutsuz olduğum için de bir çeşit tepki gösterip bu tepkiyle kendimi tamamlayabildiğim için de aslında pişmanlık yaşamıyorum. sizin gibi olmaktansa böyle olmayı tercih ediyorum" gibi şeyler işte.
şu an üzerinden konuşmak gerekirse belki herhangi bir öfke duymuyorum diyebilirim. tabii bugüne kadar. aslında olan bitenin farkındayım ama bir yandan kendi sinir sistemi sağlığımı da korumak zorundayım. her şeyi alaya almaya çalışıyorum. bir yandan hayatımın bazı yönlerinin halen bombok olması beni epey üzüyor. günümün yarısını neredeyse uyumakla geçiriyorum, kalan 12 saatte yeni başladığım ingilizce kursuna gidiyorum, film izliyorum, 50-100 sayfa arası kitap okuyorum, vakit kalırsa gitar çalıyorum, müzik dinliyorum falan işte. o kadar çok özlüyorum ki, yanımda bana yakın birilerinin olmasını. yanımda olan aileme falan da gayet iyi davranıyorum. dediğim gibi sakin davranmaya çalışıyorum, bir yandan da hayatımın bok gibi olması beni deli ediyor. annemin bütün gün babamı azarlaması, bana gün boyu şunu oku bunu üfle demesi (bu daha seyrek oluyor), ablamın kendi pisliklerini bile kaldıramayacak halde olması ve benim yaklaşık 2 aydır bu insanlarla aşırı vakit geçirmem beni epey zorluyor. ne mi yapıyorum; ciddiye bile almıyorum onları, zaten ne dediğim umurlarında bile değil, gerçekten kendimi ifade etmeye kalksam ne demek istediğimi anlayamazlar bile. bel altı konuşmaktan, var olan sevgimi göstermekten ve daha önce söylediğim gibi günün yarısını uyuyarak geçirmekten başka bir şey yapmıyorum.
ekin'in bana aşağılayıcı ve küfürlü mailler attığı o gece msn'imdeki tek çevrimiçi arkadaşımla sohbet etme girişimim ya biliyor musun ben sınavda istemeden allah'a küfür ediyordum tümcesiyle beraber 3 yıl öncesinin sikik raflarında yerini aldı bile. ondan sonra o arkadaşım beni engelledi zaten. aslında iyi de oldu, kabuklarımı kırmam gerekiyordu ve o çevreden arkadaşlarım bulundukça bu zordu ve yeni şeyler denemem gerekiyordu. muhtemelen ben onun için gereksiz bir insandım zaten. bunu hatırlayarak aslında şimdiki durumu çözümlemek istedim. şu anda neden böyle olduğu gibi şeyler. çok da karamsar olmamak lazım. şu an gayet güleryüzlüyüm, hatta şimdi düşündüm de benim bu kısmım hiç olmasa, bu yazıları yazmama "neden" olan kısmım olmasa, gerizekalı iyimser bir salak olsam, -bunun türkçe'deki karşılığı hayatında hiç pis şeyler yaşamamış olmak, yaşansa bile çevredeki insanların yardımı ve hormonal avantajla çabuk atlatabilmek-bunları fazla yaşamayacağım ve belki de dışarıda gözlerimle didik didik ettiğim hayatların tam içinde olabilirdim. bunun içindeyim, olmamaya çalıştığımda neden hakkında hiçbir şey yapmıyorum, en azından biraz yazıyım belki o zaman biraz daha rahatlarım, diyecek kadar içindeyim. hatta şu an belki bir karar verme aşamasındayım ve büyük ihtimalle bu sorunlu kısmı tercih etmiş olacağım, gerçekten samimi olan bir hayat yaşama hevesi için.
evet şimdilik aklımdan geçen ve tam toparlayamadığım düşüncelerim bunlar. belki bir sonraki düşünce atmıklarında neden son birkaç yıldır en sevdiğim aşk şarkısının pussy oluşu hakkında veya bazı günlerde kendimi ifade edişimde yaşadığım problemlerden bahsederim. öyle işte.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

eski resimler 2

aslında bu yazıyı hiç yazmamış olmayı düşünüyordum işte, ama bazı tesadüfler oldu bir şeyler yaşadım ve yazma ihtiyacı hissettim. şimdi ben böyle yazınca yazı biraz piç muamelesi görüp alınabilir tabii, neyse çok da önemli değil. herkese davrandığım gibi sana da dürüst davranayım sevgili eserim, amacım seni kırmak değil, bunu söyleme nedenim sadece, sadece işte bilirsin öyle..

pekçok arkadaşım oldu. sevenler oldu, üzenler oldu. 90'ların sonu 200'lerin başındaki her çocuk gibi ezik kola kutularıyla maç yaptım, tasolarla oynadım, kağıttan toplarla koridorda oynadım, kırılganlığımın çocukluk evrelerinde de kötü şeyler yaşadım, iyi şeyler yaşadım. geriye dönüp baktığımda kimsenin en iyi arkadaşı ol(a)madığımı görüyorum. kimse için vazgeçilmez değilim, bunu da biliyorum üzücü bir durum.

starbucks'ta her günkü okuma seanslarından birini yaparken işte 12 yaşımda aynı sınıfta olduğumuz kızı gördüm, o değildi tamam tamam uzatmıycam. uzun süre baktım kıza, vücut ölçüleri yüz hatları filan hep aynıydı, ama gözlerini görmem gerekiyordu, gözleri hep kitabına doğru eğikti, nihayet gözlerini bana doğru döndürdüğünde gördüm o olmadığını. her şeye rağmen çıkarken gidip yanına sordum.

"pardon, adınız büşra mı?"

hayır dedi. şimdi bundan eminim. çıktıktan sonra kafam karıştı. çünkü hayır derken bana gülümsüyordu ve muhtemelen benimle tanışmak istiyordu. fena olmazdı aslında, en azından muhabbet edebilmek için falan.

bununla sınırlı değildi tabii son 2 haftadaki tesadüfler. önce liseden bir arkadaşımı gördüm. yoğun depresyon ve kaygı yaşadığım dönemlerde, bana destek olmaya çalışan ama malum olaylardan ve anılardan dolayı kendimden uzaklaştırmak durumunda kaldığım ve kaba davrandığım insanlardan biriydi. beni görmemezlikten gelmek istedi, benim böyle isteyeceğimi düşündü herhalde. görüp hemen selam verdim, yanıma oturdum. birkaç gün öncesine göre çok gereksiz bulduğum şu soruyu sordu

"nasılsın?"

biri size içtenlikle nasılsın diye soruyorsa, koparmayın onu hayatınızdan. nasılsın sorusunun altında aslında tahmin edemeyeceğimiz derecede sevgi yatar, iyiniyet yatar.

"gördüğün gibi, gülebiliyorum artık. siz nasılsınız, neler yapıyorsunuz?"

diye cevap vermek oldu benim akabinde yaptığım. beş dakika muhabbet edebildik, belki daha az, olsun, sözleştik, buluşuruz belki, bilemiyorum. ben herhangi bir geribildildirimde bulunmayacağım, ama gelebilecek herhangi bir daveti de içtenlikle kabul ederim.

rastladığım bir diğer şahıs 2007 döneminde aynı sınıfı paylaştığımız garip çocuklardan biriydi. o dönem benim için çok zordu, belki sonra detaylı anlatırım, dersanedeki ortam faşizan ve feodaldi. bütün o kötü günler şu an bile beni huzursuz ediyor açıkçası. itüsözlük'te iyi tespitler çıkardım zaten haklarında, merak edenler bakabilirler. neyse çocuğun yanında başörtülü bir kız vardı, ve ben kuzenimle yan masada oturuyordum. beni gördü çünkü tam dibinden geçmiştim. ısrarla suratına baktım, o da ısrarla önüne bakmaya ve beni görmemezlikten gelmeye devam etti. rahatsız olması amacıyla kuzenimle küfürlü ve gürültülü şekilde muhabbet etmeye başladım. belki, bak orada iğrenç çöplüğünüzdeki basık insan değilim ben, küfür ediyorum, iyiyim ve daha iyi olucam demekti bu, bilemiyorum. ona karşı hissettiğim açık his, nefretti. belki ondan daha çok onun gibi insanları fabrikalarından çıkaran çarka, kurumlara.

yine kavurucu epey, aydınlık bir yaz sıcağında, yeni aldığım (ilk bu) güneş gözlüklerimi takmış, mehmet sungur'un ofisinden evime doğru uzun bir yürüyüş yaparken, buradan taşınmış olduğunu, ortak geçmişte pay edindiğimiz bölümden bir arkadaşın da arkadaşı olan (ki o bana buradan taşınmış olduğunu söyledi) ilkokuldaki ve kısmen lisedeki arkadaşımı gördüm. tabii ki o da beni gördü, çünkü yan yana geldik. güneş gözlüğünün kalkanıyla şöyle bir nefretle süzdüm. neden sonra, sadece o kadardı nefret. itiraf etmeliyim, onunla kısmen güzel zamanlarımız vardı.

yine armutlu'da da genel olarak aynı şeyleri yaşadım. çocukluğumu ve ergenlik dönemimi orada geçirmiş biri olarak insanların genel nefretini edinmek beni epey üzmüştü. akabinde malum olaylar yaşandı ve oraya uğradığım son iki günde kendimi ormanda bir av gibi hissettim. insanların hırıltılarını duyuyor, dikdik baktıklarını görüyordum. herhangi bir şey söylesem üzerime atlayacaklardı. bu da onların bir şeyleri konuşarak halletmek için yeterli kelime hazinesi ve insanlık suretine sahip olmadıklarını gösterdi. beni en çok üzen şeyse kimsenin bana "nasılsın" diye sormamasıydı. şimdi bakınca, aşağı yukarı aynı süredir ayrı kaldığım iki çevreyi karşılaştırınca, biri güleryüzle, nasılsın diyor, öteki dikdik bakıp nefretini kusuyordu. (ki burada da bana en çok (ve tek) sorulan soru nerede ve hangi bölümde okuyorsundu. tamamen kötüniyetli ve muhattapının insanlığını ayaklar altına almak demektir bu. oysa ben defalarca herkese nasılsın diye sormaya inatla devam ettim.) zaten ötekilerden biri bana 3-4 yıl öncesinden zengin piçi demiş, şoke etmişti. beraber top oynadığım, aynı yemeği yediğim, bütün günü beraber geçirdiğim insan. ne piçliğimi görmüşse işte. (burada yaşadıklarımı ayrıntılı olarak yazdım belki yayınlarım yine burada)

öyle işte. ortada birsürü nefret ve merkezinde ben varım. bu kadarını yaşamayı belki de hiç düşünmedim. şu gerçek galiba, bu dünya için fazla iyiyim.

3 Ağustos 2010 Salı

pop müzik soslu tarkan yazısı

2010 yazı, sıcak ve boğucu bir gün. temmuz ayı ve her istanbullu kaybeden gibi yaz aylarını istanbul'da geçiriyorum, arabadayım. radyoda arka arkaya murat boz, murat dalkılıç ve sertab erener'in söylediği soner sarıkabadayı besteleri çalıyor. bunalıyorum, üzerimde deneyler yapılan biri gibi hissediyorum. kanalı değiştiriyorum bu sefer başka sarıkabadayı bestesi, emre altuğ yorumuyla çıkıyor karşıma. o kadar, kıstırılmış hissediyorum ki kendimi, tepki olsun diye aşkım kronik'i yazıyorum. soner geliyor, besteliyoruz.

evet, şarkıyı tamamen tepki amaçlı yazdım. fena bir şarkı değil gerçi, piyasaya versem tutar, radyolarda çalar. ilgilenen popçu arkadaşlar varsa onbin dolara veririm valla. ciddiyim. aslında sarıkabadayı kişisi kendi bir grup kurup şarkılarını insanlarla öyle paylaşsa kendisine karşı tutumum tamamen nötr olurdu. onun göreceli olarak kötü müzik yapması ve radyolarda parçasının çalması bende herhangi bir nefret unsuru oluşturmaz. sorun, bütün radyolarda farklı kişilerin yorumlarıyla aynı adamın birbirinin aynı estetiksiz parçalarının çalması. piyasanın sadece bunlarla dolu olması. ve buna benzer yapılabilecek bir sürü sosyolojik gözlem işte.

dönelim tarkan'a neden böyle başladım yazıya, açıklayayım. ekşi sözlük'te okudum tamamen, doğru mu yanlış mı bilmiyorum, sarıkabadayı kardeşimiz tarkan'a beste teklifi yapıyor, tarkan'sa herkese beste veren adamdan beste almam diyerek reddediyormuş. içimdeki tarkan sevgisi, büyüyor büyüyor tabii. ileride o besteyi büyük ihtimalle murat boz'un yorumuyla vıcık vıcık yaylılarla dinleriz herhalde.

tarkan, tarkan. 4-5 yaşlarımdayken, büyük teybimizin dibinde, mustafa sandal'la, barış manço'yla, yoncimik'le beraber dinlediğim tarkan. o dönemlerde kış güneşi ve gül döktüm yolları'nayı sık dinlediğimi hatırlıyorum. hatırladığım en eski tarkan bestesiyse, vazgeçemem, ilk albümden. onunla büyüdük tabii. arabada dinlemek için diskografisini hazırlarken tarkan'ın şöyle parçalarına teker teker baktım. ilk albümden gelipte halimi gördün mü'yü ve selam ver'i keşfettim ve ilk albümü kimlerle beraber yaptığını merak ettim. merakım, herhangi bir araştırmaya vakıf olmadı, asıl bombanın aacayipsin albümüyle patladığı kesin. seviş benimle epey kalıcı bir şarkıdır orada mesela. tarkan'ın sıradan bir popçu olmadığını addeder. türkiye gibi, muhafazakar bir toplumda kim daha önce yapılmamış cüretkar bir işe bulaşıp ardından başarıyla kalkar ve kendini kabul ettirebilir ki? tarkan işte, başarmış etmiş. müzikalite ve duygu yoğunluğu olarak unutulmaz şarkılar var tabii, çocukken çok dinlediğim tarkan şarkılarını şimdilerde dinlemeyi pek sevmiyorum nedense. bu albümden de şeytan azapta, bekle, durum beter ve gitmeyi yadediyorum. şeytan azapta epey dikkat çekici. epey yoğun bir anlatımı var. durum beter de keza öyle. şu anki pop piyasası içinde kesinlikle "sıradışı" şarkılar bunlar. tarkan yapmış, 15 sene olmuş. şu anki piyasaya bakınca ümitsizliğe kapılıyorum ve yine yapsa yapsa tarkan yapar diyorum, maalesef. neyse, ne işte. üzerinde en az durduğum albümse ölürüm sana. çok fazla dinlediğimden tabii ki bu ve daha fazla hatırlıyorum. unut beni dışında pek fazla üzerinde durduğum şarkı olmadı. karma'da yine başarılı ve yoğun dönem ürünü tarkan albümü. tarkan bu albümü 4-5 yıl aradan sonra çıkarmıştı, kimilerine göre, beklenile değdi, kimilerine göre değmedi. özel bir albüm o da. 94 ve 97 çıkışlı albümler, çok çok özel olduklarından belki insanlar hayal kırıklığına uğradı ama bu albümün kendi içinde başarılı olduğu ve daha çok tarkan'a has olduğu gerçeğini değiştirmez. o'na sor ve verme adlı besteler son dinleyişimde dikkatimi çekti. bundan birkaç yıl önce verme adlı şarkıyı anlayamazdım belki. bugün dinlediğimdeyse, sadece pop müzik piyasası için değil, genel türk müziği anlamında da özellikle sözler açısından çok önemli bir şarkı olduğunu görüyorum. bir deniz otobüsü yolculuğu sırasında kendisini 5-6 defa dinletecek kadar özel bir şarkı verme. karma albümü sonrası dudu mini albümü geliyor, karma tadında. sorma kalbim gibi alaturka bir tarkan eseri barındırıyor içerisinde. tanrı'nın öğütlerini dinliyoruz tarkan'ın ağzından, aşkla ve kabullenmeyle, yetinmeyle dolduruyor tarkan kalbimizi. ingilizce albümüneyse pek vakıf değilim açıkçası. çıkan hitler dışında pek bir bilgim yok. sanırım beklenilen başarıyı elde edemedi, hitlere bakarak yorumlamak gerekirse'de start the fire dışında yakalayan bir şarkı yoktu. uzun bir sessizlik getirdi bu albüm. dile kolay, 6-7 sene yeni tarkan şarkıları duyamadık. gözden uzak oldu, gönülden de belki. metamorfoz çıktığında, belki bu nedenler, belki içerisinde bulundğum yoğun depresyon nedeniyle fazla ilgilenmedim. nisan ayında pare pare'nin klibini gördüm ve gözlerimi doldurdu. youtube'dan açıp açıp dinledim. ruhumun kıyılarına iniyordu tarkan, dalgalı denizim yüzünden kimsenin kimsenin inemediği yerlere, yine bir teselli veriyordu, ben anlıyorum diyordu, belki de benim gibi anlayan pekçok insan var. metamorfoz albümünü tam olarak 2009 gibi dinledim açıkçası. albümün b yüzünü, a yüzünden daha başarılı buldum. sound olarakta tarkan'a yakışır biçimde yenilikçiydi. sözler biraz tekerleme gibiydi, belki tarkan hepsini kendi yazmamalıydı dedirtti, ama bir metamorfoz yaşamak istemiş, yaşamış sonuçta tarkan. kesinlikle iyi bir albüm. ama karşımızda o kadar başarılı bir diskografi varki, insan buruk olarak en "olmamış" tarkan albümü diyebiliyor. şimdi 2010 yazındayız ve yeni bir tarkan albümü var elimizde. gerçek bir geridönüş. sadece tarkan'dan duyabileceğimiz bir nevi sevin, sevişin nidaları. yorumlamak istemiyorum nedense, kısaca değinirsem keşke içinde birkaç parça daha olsaymış dedirtti. bir de kayıp'ın sonundaki şiir olmamış dedirtti. belli tarkan kıyamamış sözlere, o da bir kusur olsun işte.

insan olarak tanımıyorum tabii kendisini. az gazete okuyorum, az tv izliyorum, etkisi vardır. gerçi kendisi de son dönemlerde çok fazla gözükmüyor beyaz camda. kullandığı madde için kullanmadım demeyen, rizeye yapılması planlanan termik santrale tepkisini koyan, çok yuvarlak bir şarkı da olsa hop hop diye bir şarkı yapan bir insan işte, belki biraz ipucu olabilir, ne biliyim. her sağlıklı insan gibi iyidir, iyiniyetlidir. son olarak herkese canlı izleyebilme fırsatı diliyorum kendisini. epey eğlendiriyor. böyle sonlansın işte bu yazı da. iyi geceler.