uzun zamandır yazmıyorum. benim için yazmak ya da herhangi bir şekilde olmayan bir şeyi ortaya koymak kendine güven alanı oluşturuyor. ben eylemsizliğimle aslında kendime olan güvenimi de zedeliyorum. yaratma eylemi içerisine girmediğim her saat, her gün, her hafta ve her ay beni derin bir boşluğa ve özgüvensizliğe itiyor. artık eskisi kadar kendime ayırabileceğim vakit bulamadığımdan mı, yoksa bir şeyler oluşturmanın sınırları belli bir meşruiyet alanı içerisinde olmamasından mı ya da her ikisinden mi -biliyorum- ben uzun zamandır kendimi boşlukta ve yaşama amacını kaybetmiş biri gibi hissediyorum. beni kendi kısıtlı alanına sıkıştırmış olan yaşamım bana artı değer kazandıracak uğraşı alanalarını kazandırması dursun, benden hayatımı ve zamanımı çalıyor. aslında bu durumu göze alabilirim, bunu kabullenebilir ve bununla yaşamayı da öğrenebilirim. zaten birkaç sene öncesinde olduğu kadar bir keskinlikle bunun içerisine kesinlikle dahil olmayacağımı söylemiyorum da. bundan farklı bir yaşam alanının olmadığını, hayatta kalabilmem ve kendi ayaklarım üzerinde durabilmem için içerisinde istemeyerek de olsa bulunduğum bu şeye uyum sağlamam gerektiğinin, sahip olduğum enstrümanları yetkinlikle kullanmayı öğrenmem ve onlara alışmam gerektiğinin farkındayım. zorunlu bir seçimden bahsedilecekse eğer benim yaptığım zorunlu bir seçim ve insanın farklı hayat koşullarına uyum sağlayabilme ve orada kendine yaşam alnı oluşturma olanağına sahip olduğumun farkındayım. bir zamanlar daha ustalıkla, keskinlikle ve inanmışlıkla söylediğim gibi; herkes kendi için yaşar.
evet, ben beni bir zamanlar oldukça motive eden şeylerin uzağına düştüğüm ve yeni bir eylem amacı edinmiş olmadığım için ya da yapay uğraşlarla kendimi oyalayamadığım ve onlardan kısa zamanlı geribildirimler de alamadığım için boşluğa düştüm. birkaç sene öncesinde ben psikologlara ya da psikiyatristlere zaman harcarken içerisinde bulunduğum durumun sona ermesinden korkardım. ve şimdi görüyorum ki o insanlar ya yeteri kadar yetkin değildiler ya da benim oralarda maddi gücümü kullanmaya devam etmemi istedikleri için ne zaman bununla alakalı bir şey söylemeye çalışsam ya anlamamazlıktan geldiler ya da konuyu başka şeylere doğru geçirmeye çalıştılar. onların anlamadıkları benim etrafımda olan biten şeylerin sadece içsel bir mekanizma etrafında şekillenmediği, hayatın sadece benim algımın sınırları içerisinde bulunan bir perspektif içerisinde bulunmadığıydı. eğer ben hoşlanmadığım yahut bana zarar veren bir çevre içerisinde yaşıyorsam bu benim sadece olan biteni yanlış algılamam ya da yanlış yorumlamamdan değil, aksine bütünüyle olmasa da etkisi altında bulunduğum çoğu dış etkeni kısmen doğru yorumlamam ve doğal süreç içerisinde de bu geliştirdiğim yorumlamalardan haliyle kötü bir şekilde etkilenmemdi. modern psikolojinin açmazı sanki liberal-demokratik sistemin tam olarak insan doğasına uygun olduğu ve bu uygunluk çerçevesinde de insan eğer kötü bir dönemden geçiyorsa bu tamamen onun kişisel algı ve hormonel durumundan kaynaklandığı varsayımı. kaldı ki türkiye gibi kabul etmek gerekirse ortadoğu coğrafyasının oldukça etkisi altında kalan bir ülkede feodal-otoriter-faşizan etkiler de eğer çok elit bir çevre içerisinde yaşamıyorsanız hayatınıza düşünülenden daha fazla ve tehlikeli biçimde sızıyorlar. oluşturmaya çalıştığım tematiğinin dışına sapmamak amacıyla ekşisözlük'ten yapacağım bir alıntı sanırım modern psikolojinin çıkmazını ve neden benim gibi "anormal" birtakım insanları tam olarak tatmin edemediğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
"bunun "ana akım" olanı, bireyi -saplantılı bir şekilde- kültür ve tarihten ayırarak, sanki bunların insan davranışı üzerinde hiçbir etkisi yokmuş gibi ele alır. pragmatik olana yönelik seçici tahminler yürütür. adil olmayan statükonun devamını sağlayan ve önyargıları serbest bırakan nesnelliğin yarattığı sapmış inançları besler. bir direniş kırma yöntemi olarak, sistematik problemleri bireyselleştirir.
tartışmaz; "benim dediklerimi kabul et ya da yok ol" der."
20. yüzyılda psikoloji kuramının iyice belirginleşmesi ve modern doğa bilimi içerisinde kendisine yer etmesiyle psikoloji alanı refahın göreceli artması ya da başka bir deyişle burjuvanın genişlemesi ve olanaklarının çoğalmasıyla beraber insan doğasını aşmaya meyilli problemlerin oluşmasının getirisiyle beraber insanların manevi boşluklarını tatmin etmekte, hayatlarına zincirlenmiş kompleks problemlerine çözüm önerileri getirmekte. sanılandan daha hızlı bir biçimde de insanlar manevi olarak hissettikleri boşluğu, kozmik yalnızlıklarını ritüellerle ve göreneklerle değil belirli bir şekilde somutlaştırarak ve öznelleştirerek psikoloji biliminin getirdiği modern açılımlara doldurmakta. bu pek tabii bu olanaklar her ne kadar genişlese de bir psikolog yahut psikiyatri seansı orta gelirli -burada orta gelirliden kastım fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilen fakat lüks tüketim için oldukça kısıtlı bir meblağa sahip olan ve kapitalizmin meşruiyetini oluşturan toplumun önemli bir bölümü-
insan toplulukları için oldukça külfetli. devlet bu işe zaten modern hayatın kompleksleriyle alakalıysa eğer sıkıntılarınız -bu ölüm aksiyetesi olabilir, geliştirilen takıntılar olabilir ya da ağır bir depresyon olabilir- zaman ayırma lüksünü bu tür sağlıksızlık durumları için oluşturmuyor. tecrübe ettiğim bir seansta doktor bana problemlerimi çok kısa bir şekilde anlatmamı söylediğinde bunun mümkün olamayacağını çünkü birkaç senedir bu işin içinde olduğumu anlatabilmem için en azından bir seansa ihtiyacım olduğunu iletmiştim. bunun üzerine doktor bunun burada mümkün olmadığını her hastaya en fazla on dakika süre ayırabildiğini söyledi ve direkt olarak devleti ilgilendiren konuya yani kendimi öldürmek isteyip istemediğimi sordu, onları ilgilendiren tek kısım buradaydı. ben doktor türbanlı olduğu için bu tür bir duruma karşı önyargılı olabileceğini ve eğer intihar düşüncelerine sahip olduğumu bir şekilde açık edersem bunun devlet hastanesinde yatılı tedaviye değin gidebileceğini hesap ederek o dönem sıkça intihar etmeyi düşünmeme rağmen bunu açık etmedim ve kısa olarak intihar etmeyi düşünmediğimi ama sık sık ölsem de kurtulsam dediğimi söyledim. sonucunda da zaten geliş amacımı tamamlayacak hamleye geçtim ve kullandığım ilaçları devlet güvencesiyle bedavaya temin edebilmemi sağlayan reçeteyi yazdırdım. yani psikoloji bugün olduğu biçimiyle ya da başka bir deyişle modern haliyle ağır bir depresyon geçiren ve edindiği bir karşı cinsle bu ağır depresyonunu atlatan yeşilçamla aynı kökenden gelen ve insan topluluklarını sarsan umut ve hayata tahammül etme güdüleri aşılayıcı iyi-hisset filmlerinden hallice bir yapıya sahip. durumu altyapı-üstyapı temellendirmesine dayandırırsak altyapısı bu tür bir psikoloji kökenli olan sanat yapıtları da kendilerini bu şekilde çoğaltıyor ve yeniden üretiyor diyebiliriz pek tabii. burada bir itiraf da etmek gerekirse de psikologların ve psikiyatristlerin edinmiş olduğu sosyal statü görece rahat yaşam ve kendilerini gerçekleştirme katsayılarını gözönüne aldığımda toplumun bu kaymak tabakasında olmak herhalde hiçbir beyaz türk'ün, özellikle de aralarında benim de bulunduğum travmatik geçmişe sahip olanlarının reddedemeyeceği bir pozisyon olurdu.
yazma uğraşımı burada sonlandırıp gelecek hafta bütünlüklü olarak devam edeceğim.
mercan adası günlükleri
25 Şubat 2013 Pazartesi
31 Aralık 2012 Pazartesi
o1.04.2012 incisözlük kayıtları
1. ölümden korkuyorum tamam ama, böyle aniden gelse benim için bir şey ifade etmez. gerçekten ölmek ve yaşamak arasında fark göremiyorum artık. yaşıyoruz da noluyor ki. oksijen falan güzel de her şey sahte geliyor artık. yok olmak, hiç varolmamak daha iyi. ama öldürmem kendimi. sadece yakın zamanda benim elimde olmayan durumlardan ölmeyi kastediyorum. acısız, aniden.
3. ölüm, korkutucu ama hayatın sonu. burası önemli "hayatın" sonu. bütün o acıların, ümitlerin, terkedilmişliklerin sonu. öte köy yok. alın bu hayat sizin olsun. ben sevmedim zaten. çürüyeyim ben toprağın altında.
4.hiç umudum kalmadı. artık umuda inanamıyorum. umutsuz yaşamayı da beceremiyorum. her şey kocaman bir hiçmiş gibi geliyor. ben uyandım. geçmişle gelecek zaman arasında sallanmamayı öğrendim. öğrendim ama, şimdiki zamanda inanılmaz korkutucu geliyor. kimseye karşı ilgim yok. karşıma adriana lima gelse, inanır mısınız sevgili dostlarım: tenezzül edip sikmem bile. bitti artık her şey benim için. henüz ölmedim. kendimi öldürmem de. ama mecazi anlamda, benim için artık hayatın sonu.
5.beni hayata balayabilecek tek şey sanat olabilir bir nebze. saçmalığına tutunabilirsem, anlayabilirsem, sadece şimdiki zamanda oynuyormuş gibi yaparsam yani.
7. insanları hayatımın ilk 17-18 senesinde çok sevdim. bir-iki sene nefret ettim. birkaç senedir de insanlar benim için bir şey ifade etmiyor panpalar.
9. @6 muhtemelen cenazeme son 0n yıldır hiçbir bağlantım kalmamış, beni insan olarak hiç merak etmemiş akrabalarım katılır. helvam kaliteli olur panpa. ama maalesef zamanı hakkında yorum yapamam. dediğim gibi intihar etmeyi düşünmüyorum. vücudun yaşamaya refleksli olduğunun farkındayım. ama umut denen şeyi ve anlamı öldürdüm galiba.
12. @8 beceremiyorum panpa. şu an bu şekilde düşünüyorsam inan beceriksizliğimdendir. doğayla uyumlu olamadım. benim için bütün hepimiz için tasarlanmış geleceğin ötesini gördüm ama korkunçluğu karşısında titredim panpa. anlam katamıyorum hiçbir şeye. bence insanlık da ölüm eşiğine girdi. yani insanlık olarak da ölüyoruz. doğduk, geliştik, bilim, sanat, inanç derken ölüyoruz.
14.ve o kadar korkak ve beceriksiz bir insanım ki yine bu ölüm düşüncesi yüzünden uyuyamam bu gece panpalar. her şeye bağımlı haldeyim. farklı türde olmasını becerebilseydim keşke, ama bir yandan elimde olmayan gerçekler de var. çevreme bakıyorum, kendime bakıyorum ama hiçbir şey göremiyorum. keşke nefret edebilseydim. sevmek imkansız zaten. ama nefret bağlarsa bağlar beni
15. @13 hepimizin içine sıçıldı panpa. insanların büyük çoğunluğunu bizim düşüncemizden farklı hissetmiyor. sadece bağlanacak bir şey buluyorlar ve o şey içerisinde yaşayıp gidiyorlar işte. hepimizi köle değil miyiz zaten. dışarıdaki zorunlulukların kölesiyiz. bizimle alakalı olmayan şeylerde çalışıp, şeyleri okuyup hayatımızın 30-40 senesini öyle geçiriyoruz. şurada ifade etmeliyim ki tek çıkış yolu tanrı'dır. ama inanamıyorum artık bütün bu saçmalıklara. bazen sabah kalktığımda inanıyorum ama akşama doğru bunun naif bir sarhoşluktan farklı olmadığını tekrar tekrar hatırlatıyor. aklım, mantığım ve iradem tanrı düşüncesini reddediyor. çünkü tanrı, yarın ve geçmiş demektir. ben ne yarını istiyorum ne de nostaljiyi seviyorum.
16. geçmiş ve gelecek her şeyimi çaldı panpalar. çok sert hayal kırıklıklarına uğradım. artık umut etmek veya geçmişe değer vermek istemiyorum. kocamamn bir hiçlik ve çürümüş anılar kaldı. insanlar beni zaten sevmediler panpalar. hayatımda hiç sevgi yoktu. olanı da anlayamadım zaten. insanların çaresizliklerini göünce de seviginin artık geçerliliğinin kalmadığını görüyorum. gününün 9 saatini işyerinde kendiyle alakası olmayan şeyler yaparak geçirip haftasonları da çaresizce magazin izleyen birinin sevgisi. bu sevgi ölü panpalar.
17. ama hayatın keyfini çıkarmayı da bilmeli bir şekilde. okulun bir kumpanyasında tiyatro yapıyorum panpalar. ve cuma günü cezaevinde oynadık. yaptığımız şeyin ne olduğunu oradan çıkınca biraz anlayabildim. yani o kadar kötüydüm. bence umut görmek istiyorsanız cezaevine gidin. 21. yy. sikik türk burjuvalarının götünü silmeyeceği oyunu ve oyunun konusunu bağırlarına basıp dakikalarca alkışladılar.
18. muhtemelen bazılarınızın kızarkadaşları var, veya geçim sıkıntısı yaşıyorsunuz. ya da müziğe aşıksınız. bir kısmınız okulunuzu bitirmeye kasıyorsunuz, bazılarınız ailenizden utanıyor, kiminizin altında son model araba var, bazılarınız yobaz dincisiniz, bazılarınız ateist, bazılarınız alevi. işte bütün bir hayatın birkaç cümlede özeti. altbaşlıklarınızı dolduruyorsunuz. hayatınız hakkında hiç düşünmeyin panpalar. sizi meşgul eden şeylerle ilgilenmeye devam edin. yoksa maazallah toplum olarak hasta sıfatını yeriz.
19. evet, nerede kalmıştık? var mı diyecek bir şeyi olan?
3. ölüm, korkutucu ama hayatın sonu. burası önemli "hayatın" sonu. bütün o acıların, ümitlerin, terkedilmişliklerin sonu. öte köy yok. alın bu hayat sizin olsun. ben sevmedim zaten. çürüyeyim ben toprağın altında.
4.hiç umudum kalmadı. artık umuda inanamıyorum. umutsuz yaşamayı da beceremiyorum. her şey kocaman bir hiçmiş gibi geliyor. ben uyandım. geçmişle gelecek zaman arasında sallanmamayı öğrendim. öğrendim ama, şimdiki zamanda inanılmaz korkutucu geliyor. kimseye karşı ilgim yok. karşıma adriana lima gelse, inanır mısınız sevgili dostlarım: tenezzül edip sikmem bile. bitti artık her şey benim için. henüz ölmedim. kendimi öldürmem de. ama mecazi anlamda, benim için artık hayatın sonu.
5.beni hayata balayabilecek tek şey sanat olabilir bir nebze. saçmalığına tutunabilirsem, anlayabilirsem, sadece şimdiki zamanda oynuyormuş gibi yaparsam yani.
7. insanları hayatımın ilk 17-18 senesinde çok sevdim. bir-iki sene nefret ettim. birkaç senedir de insanlar benim için bir şey ifade etmiyor panpalar.
9. @6 muhtemelen cenazeme son 0n yıldır hiçbir bağlantım kalmamış, beni insan olarak hiç merak etmemiş akrabalarım katılır. helvam kaliteli olur panpa. ama maalesef zamanı hakkında yorum yapamam. dediğim gibi intihar etmeyi düşünmüyorum. vücudun yaşamaya refleksli olduğunun farkındayım. ama umut denen şeyi ve anlamı öldürdüm galiba.
12. @8 beceremiyorum panpa. şu an bu şekilde düşünüyorsam inan beceriksizliğimdendir. doğayla uyumlu olamadım. benim için bütün hepimiz için tasarlanmış geleceğin ötesini gördüm ama korkunçluğu karşısında titredim panpa. anlam katamıyorum hiçbir şeye. bence insanlık da ölüm eşiğine girdi. yani insanlık olarak da ölüyoruz. doğduk, geliştik, bilim, sanat, inanç derken ölüyoruz.
14.ve o kadar korkak ve beceriksiz bir insanım ki yine bu ölüm düşüncesi yüzünden uyuyamam bu gece panpalar. her şeye bağımlı haldeyim. farklı türde olmasını becerebilseydim keşke, ama bir yandan elimde olmayan gerçekler de var. çevreme bakıyorum, kendime bakıyorum ama hiçbir şey göremiyorum. keşke nefret edebilseydim. sevmek imkansız zaten. ama nefret bağlarsa bağlar beni
15. @13 hepimizin içine sıçıldı panpa. insanların büyük çoğunluğunu bizim düşüncemizden farklı hissetmiyor. sadece bağlanacak bir şey buluyorlar ve o şey içerisinde yaşayıp gidiyorlar işte. hepimizi köle değil miyiz zaten. dışarıdaki zorunlulukların kölesiyiz. bizimle alakalı olmayan şeylerde çalışıp, şeyleri okuyup hayatımızın 30-40 senesini öyle geçiriyoruz. şurada ifade etmeliyim ki tek çıkış yolu tanrı'dır. ama inanamıyorum artık bütün bu saçmalıklara. bazen sabah kalktığımda inanıyorum ama akşama doğru bunun naif bir sarhoşluktan farklı olmadığını tekrar tekrar hatırlatıyor. aklım, mantığım ve iradem tanrı düşüncesini reddediyor. çünkü tanrı, yarın ve geçmiş demektir. ben ne yarını istiyorum ne de nostaljiyi seviyorum.
16. geçmiş ve gelecek her şeyimi çaldı panpalar. çok sert hayal kırıklıklarına uğradım. artık umut etmek veya geçmişe değer vermek istemiyorum. kocamamn bir hiçlik ve çürümüş anılar kaldı. insanlar beni zaten sevmediler panpalar. hayatımda hiç sevgi yoktu. olanı da anlayamadım zaten. insanların çaresizliklerini göünce de seviginin artık geçerliliğinin kalmadığını görüyorum. gününün 9 saatini işyerinde kendiyle alakası olmayan şeyler yaparak geçirip haftasonları da çaresizce magazin izleyen birinin sevgisi. bu sevgi ölü panpalar.
17. ama hayatın keyfini çıkarmayı da bilmeli bir şekilde. okulun bir kumpanyasında tiyatro yapıyorum panpalar. ve cuma günü cezaevinde oynadık. yaptığımız şeyin ne olduğunu oradan çıkınca biraz anlayabildim. yani o kadar kötüydüm. bence umut görmek istiyorsanız cezaevine gidin. 21. yy. sikik türk burjuvalarının götünü silmeyeceği oyunu ve oyunun konusunu bağırlarına basıp dakikalarca alkışladılar.
18. muhtemelen bazılarınızın kızarkadaşları var, veya geçim sıkıntısı yaşıyorsunuz. ya da müziğe aşıksınız. bir kısmınız okulunuzu bitirmeye kasıyorsunuz, bazılarınız ailenizden utanıyor, kiminizin altında son model araba var, bazılarınız yobaz dincisiniz, bazılarınız ateist, bazılarınız alevi. işte bütün bir hayatın birkaç cümlede özeti. altbaşlıklarınızı dolduruyorsunuz. hayatınız hakkında hiç düşünmeyin panpalar. sizi meşgul eden şeylerle ilgilenmeye devam edin. yoksa maazallah toplum olarak hasta sıfatını yeriz.
12 Temmuz 2012 Perşembe
soner sarıkabadayı sanatının kavramsal özelliklerini bir örnek üzerinde inceleme
evet, yazının yazılma amacı aslında tamamen doğaçlama çıkan bir şey. sanat eleştirmeni veya ahkam kesince sözü dinlenen biri değilim ben. kafasında yüzen binlerce şeyin arasından çağrışanları soner sarıkabadayı videosu üzerinden bir nevi dışavurum yapmayı planlıyorum, yazıdan hayat deneyimlerinize bir şeyler katacağını düşündüğünüz ilham verici notlar bekliyorsanız bence bunu hiç okumayın. ama ben soner sarıkabadayı kişisi ve kendisi dışavurmayı tercih ettiği sanat türü hakkında fikirler ortaya çıkarabilirim ve bu milyonda bir de olsa sizin boğazınızı kalemle deşmem anlamına da gelebilir.
neyse, ben günlük olarak bakalım pop-müzik piyasasında neler dönüyor diye bakmak için arada sırada ttnetmüzik'e girerim. yağmalayabileceğim bir mahalle bakkalı gibi gördüğüm bu siteden her türlü düzensiz beslenmemi sağlar, zararlı olduğunu ve pis şartlarda üretildiğini bildiğim o mamüllerden tombik ve iştahı kabarık bir çocukçasına tüketirim. bugün de sarıkadayı isimli şahsın trio adını verdiği (ki trio adı kendisinin ilk defa olaraktan 3 şarkıyı birarada yayınlamasından gelen, sanırım kaynağı latince olan bir kelime öbeğidir) albümünden burada biri var isimli klibi şarıkısının klibi üzerinden birtakım deeğerlendirmelerde bulunacağım. klibi izlemek için videonun üzerine tıkladığımda yarım dakikalık bir şampuan reklamına maruz kaldım. şampuan reklamından tek aklımda kalansa şampuanı michael phelps'in kullandığı, şampuanın müzik dinlemekle beraber iki tutkusundan biri olduğuydu. gerçi şampuan yerine başka bir şeyden (özgüven) bahsediyorlardı ama benim aklımda şampuan olarak kaldığına göre ben donuk fikirli, tutkuları tarafından esir alınmış, bu nedenle kolay etki altında bırakabilen ultra-tüketici bir insanım.
en nihayetinde reklamdan sonra oturma odasında bulunmanın verdiği internet itici gücüyle şarkıya kavuşuyorum. ama o da ne? (daha önce şarkının orjinal halini dinlediğim için biliyorum) sarıkabadayı şarkının orjinal hali yerine remiks edilmiş haline klip çekmiş. bu da şarkının kendisine olan güvensizliğini, yaz aylarında bulunmaktan dolayı insanların dımtıs ihityaşlarına karşılık vermesi gerektiğini iyi anladığını gösteriyor. şarkı için çok genel tek cümle normal bir tüketici olarak söyleyebileceğim, makyajsız, siyah tişörtlü 100-130 kilo 1-70 boylarında makyajsız itici bir suratı olan bir kadın görünümünde olması. kliple beraber şarkıyı da ilerletelim ve sarıbadayı kelinin güneşte ne kadar parıl parıl parıldadığını bir kez daha görelim bakalım. klibin ilk yarım dakikalık kısmı soner sarıkabadayı'nın istanbul boğazı önündeki uhrevi ve seksi yakın çkimleriyle başlıyor. biz bir yandan istanbul boğazı'nın ne kadar şahane olduğunu ve fetih ruhunu iliklerimize kadar hissederken diğer yandan sarıkabadayı'nın birazdan çok önemli şeyler söyleyeceğini anlıyoruz. zira kendisi dımtıs aralarında sürekli olarak burada biri var diyere "burdayım yarraaam birazdan önemli şeyler söyliycem." imajını bizlere başarılı bir şekilde iletiyor. şarkının ilk kısımlarına girdiğimizdeyse 30lu yaşlarına gelmiş bir adamın üretim kabızlığı içerisinde nasıl can çekişebileceğini görüyoruz. ülkenin en önemli bestecilerinden birinin her şarkısında olduğu gibi 14-15 yaşlarındaki bir ergenin ilk aşklarına yazdığı şiirlerin derinliğinde ve üslubunda olan şarkı sözleriyle sevenlerine "yine istediğiniz şeyi yaptım ve ergen kötü aşk şiirlerimi alıp üzerine belirli gitar kalıplarını oturtarak bütün nostalji kanallarınızı tamamıyla açtım. günde 9 saat çalışırken face'ten ara ara dinleyip paylaşarak muhteşem gerçekliğinize benim yeni sanat eserimle yeni bir renk katabilirsiniz." diyor adeta. şarkının orjinalinden farkı yine düzenlemesinde öne çıkıyor. vapur iskelesi önünde sarıkabadayı ve vapur çekimleriyle devam eden bu nadide sanat eseri orjinalinden farklı olarak kötü dizelerini biraz daha tekrar ediyor, yani şarkının trafiğiyle oynamış sarıağaoğlu.
o muhteşem nakarat sonunda geldiğindeyse 90lar pop figürlerinden apartılmış sarıkabadayı yoğunluğu buram buram hissediliyor. nakaratla alakalı dikkat çeken şeyse giriş kısmından sonra nakarat girdiğinde buz isimli nadide eserin de nakaratı girse aslında bir şeyin değişmeyeceği. bu daha sanatçının ne kadar tutarlı ve istikrarlı eserler ürettiğinin bir başka ispatı gibi adeta. zaten sanatçının özgünlüğü esrlerinin tutatlılığı ve belirli bir üslup oluşturabilmesidir. ben bir şarkıcıdan şarkılarının tümüyle birbirine benzetmesini isterim ki, şarkının kime ait olduğunu anlayabileyim. klip takılarak ilerlediği için hakkında fazla yorum yapamıyorum ama sanırım zaman ve enerji tasarrufundan faydalanmak için aynı yerde yapılan çekimler, manken gibi vücudu ve ayna gibi dazlağıyla parıldayarak ilerleyen sarıkabadayı'nın adeta bir manken edasıyla şehirde turlaması ve yine o güzel vapurlar kliple alakalı görsel ifade için yetiyor da artıyor bile. şarkı sözleriniyse bilmiyorum paylaşmaya gerek var mı, liseli kötü aşk kompozisyonu diyorum, şarkının adı da burada biri var. bence bu yeterli. klipten devam edersek sarıkabadayı sokak aralarına giriyor ve keskin renklerle örülü binaların arasından dar sokaklarda son derece kötü şiirini, kötü bir beste ve kötü bir sesle okumaya devam ediyor. bu da bize sanatçının bu şekilde devam etmesinin sesi kötü ama besteleri süper hafız anlayışının kendisine gayet yaradığını gösteriyor. belki kendisi bile farkında değil ama bu çeşit bir algı piyasada bir çeşit marka tanımlaması yaratır ve sarıkabadayı yazdığı kötü şiirler ve yaptığı kötü bestelerle hayatının sonuna kadar belki geçinebilir. klibin 02.45-02-48 kısımlarında yine sarıkabadayının dans figürleriyle alay edip vakit harcayan güruh için çok hoş bir ayrıntı var. popüler kültüre bir çeşit bok atma meyilinde olan ama herhagi bir fikri bulunmayıp milletin fiziksel atraksiyonlarıyla dalga geçen cenahlar bunu bir kenara not etsin. şimdi dayanabilirsem şarkıyı sonuna kadar dinleyip finali bağlayacağım.
evet klibi sonuna kadar izleyebildim. aslında şarkı sözleriyle çelişen biçimde oluşturulan bu tarz klipler insanların hapis edilmiş, zincirlenmiş tutkularına nasıl oynandığının bir çeşit görünümü. klip hakikaten çok ilginç olmuş, demek istediğimi klibin başlarında anlayabilmek biraz puslu ama 2. dakikanın sonlarından itibaren sarıkabadayı abimizin birkaç yıldır eriştiği maddi refahla gönlünün epey hoş olduğu anlaşılıyor. toplumdaki yabancılaşmayı daha iyi anlayabilmek içinse buna daha iyi bir örnek sen mutlu ol ne olur şarkısı. şu ana kadar şarkının söyleniş biçimi, şarkı duyulduğunda verilen tepki ve şarkının sözleri üçlü bir kıyaslamayla aslında nasıl bir mezar kazdığımızı gösterebilir nitelikte. zira acılarda en gözde tüketim malzemeleri haline dönüşür, insan verdiği tepkilerin özüne o kadar yabancılaşır ki "sen mutlu ol ne olur" denilen bir şarkıda göbek atıp tabak kırabilir. zincirlenmiş hayallerimiz ve yaratcılığımız bize en kısa yolla deşarj edebilecek anlamsız aktivitelere yöneltir. pasif bir hayatta başka türlü yöntemler mümkün değildir.
bu arada, uzun aradan sonra hoşgeldim. bilinçakışıyla ara ara yazmayı düşünüyorum.
neyse, ben günlük olarak bakalım pop-müzik piyasasında neler dönüyor diye bakmak için arada sırada ttnetmüzik'e girerim. yağmalayabileceğim bir mahalle bakkalı gibi gördüğüm bu siteden her türlü düzensiz beslenmemi sağlar, zararlı olduğunu ve pis şartlarda üretildiğini bildiğim o mamüllerden tombik ve iştahı kabarık bir çocukçasına tüketirim. bugün de sarıkadayı isimli şahsın trio adını verdiği (ki trio adı kendisinin ilk defa olaraktan 3 şarkıyı birarada yayınlamasından gelen, sanırım kaynağı latince olan bir kelime öbeğidir) albümünden burada biri var isimli klibi şarıkısının klibi üzerinden birtakım deeğerlendirmelerde bulunacağım. klibi izlemek için videonun üzerine tıkladığımda yarım dakikalık bir şampuan reklamına maruz kaldım. şampuan reklamından tek aklımda kalansa şampuanı michael phelps'in kullandığı, şampuanın müzik dinlemekle beraber iki tutkusundan biri olduğuydu. gerçi şampuan yerine başka bir şeyden (özgüven) bahsediyorlardı ama benim aklımda şampuan olarak kaldığına göre ben donuk fikirli, tutkuları tarafından esir alınmış, bu nedenle kolay etki altında bırakabilen ultra-tüketici bir insanım.
en nihayetinde reklamdan sonra oturma odasında bulunmanın verdiği internet itici gücüyle şarkıya kavuşuyorum. ama o da ne? (daha önce şarkının orjinal halini dinlediğim için biliyorum) sarıkabadayı şarkının orjinal hali yerine remiks edilmiş haline klip çekmiş. bu da şarkının kendisine olan güvensizliğini, yaz aylarında bulunmaktan dolayı insanların dımtıs ihityaşlarına karşılık vermesi gerektiğini iyi anladığını gösteriyor. şarkı için çok genel tek cümle normal bir tüketici olarak söyleyebileceğim, makyajsız, siyah tişörtlü 100-130 kilo 1-70 boylarında makyajsız itici bir suratı olan bir kadın görünümünde olması. kliple beraber şarkıyı da ilerletelim ve sarıbadayı kelinin güneşte ne kadar parıl parıl parıldadığını bir kez daha görelim bakalım. klibin ilk yarım dakikalık kısmı soner sarıkabadayı'nın istanbul boğazı önündeki uhrevi ve seksi yakın çkimleriyle başlıyor. biz bir yandan istanbul boğazı'nın ne kadar şahane olduğunu ve fetih ruhunu iliklerimize kadar hissederken diğer yandan sarıkabadayı'nın birazdan çok önemli şeyler söyleyeceğini anlıyoruz. zira kendisi dımtıs aralarında sürekli olarak burada biri var diyere "burdayım yarraaam birazdan önemli şeyler söyliycem." imajını bizlere başarılı bir şekilde iletiyor. şarkının ilk kısımlarına girdiğimizdeyse 30lu yaşlarına gelmiş bir adamın üretim kabızlığı içerisinde nasıl can çekişebileceğini görüyoruz. ülkenin en önemli bestecilerinden birinin her şarkısında olduğu gibi 14-15 yaşlarındaki bir ergenin ilk aşklarına yazdığı şiirlerin derinliğinde ve üslubunda olan şarkı sözleriyle sevenlerine "yine istediğiniz şeyi yaptım ve ergen kötü aşk şiirlerimi alıp üzerine belirli gitar kalıplarını oturtarak bütün nostalji kanallarınızı tamamıyla açtım. günde 9 saat çalışırken face'ten ara ara dinleyip paylaşarak muhteşem gerçekliğinize benim yeni sanat eserimle yeni bir renk katabilirsiniz." diyor adeta. şarkının orjinalinden farkı yine düzenlemesinde öne çıkıyor. vapur iskelesi önünde sarıkabadayı ve vapur çekimleriyle devam eden bu nadide sanat eseri orjinalinden farklı olarak kötü dizelerini biraz daha tekrar ediyor, yani şarkının trafiğiyle oynamış sarıağaoğlu.
o muhteşem nakarat sonunda geldiğindeyse 90lar pop figürlerinden apartılmış sarıkabadayı yoğunluğu buram buram hissediliyor. nakaratla alakalı dikkat çeken şeyse giriş kısmından sonra nakarat girdiğinde buz isimli nadide eserin de nakaratı girse aslında bir şeyin değişmeyeceği. bu daha sanatçının ne kadar tutarlı ve istikrarlı eserler ürettiğinin bir başka ispatı gibi adeta. zaten sanatçının özgünlüğü esrlerinin tutatlılığı ve belirli bir üslup oluşturabilmesidir. ben bir şarkıcıdan şarkılarının tümüyle birbirine benzetmesini isterim ki, şarkının kime ait olduğunu anlayabileyim. klip takılarak ilerlediği için hakkında fazla yorum yapamıyorum ama sanırım zaman ve enerji tasarrufundan faydalanmak için aynı yerde yapılan çekimler, manken gibi vücudu ve ayna gibi dazlağıyla parıldayarak ilerleyen sarıkabadayı'nın adeta bir manken edasıyla şehirde turlaması ve yine o güzel vapurlar kliple alakalı görsel ifade için yetiyor da artıyor bile. şarkı sözleriniyse bilmiyorum paylaşmaya gerek var mı, liseli kötü aşk kompozisyonu diyorum, şarkının adı da burada biri var. bence bu yeterli. klipten devam edersek sarıkabadayı sokak aralarına giriyor ve keskin renklerle örülü binaların arasından dar sokaklarda son derece kötü şiirini, kötü bir beste ve kötü bir sesle okumaya devam ediyor. bu da bize sanatçının bu şekilde devam etmesinin sesi kötü ama besteleri süper hafız anlayışının kendisine gayet yaradığını gösteriyor. belki kendisi bile farkında değil ama bu çeşit bir algı piyasada bir çeşit marka tanımlaması yaratır ve sarıkabadayı yazdığı kötü şiirler ve yaptığı kötü bestelerle hayatının sonuna kadar belki geçinebilir. klibin 02.45-02-48 kısımlarında yine sarıkabadayının dans figürleriyle alay edip vakit harcayan güruh için çok hoş bir ayrıntı var. popüler kültüre bir çeşit bok atma meyilinde olan ama herhagi bir fikri bulunmayıp milletin fiziksel atraksiyonlarıyla dalga geçen cenahlar bunu bir kenara not etsin. şimdi dayanabilirsem şarkıyı sonuna kadar dinleyip finali bağlayacağım.
evet klibi sonuna kadar izleyebildim. aslında şarkı sözleriyle çelişen biçimde oluşturulan bu tarz klipler insanların hapis edilmiş, zincirlenmiş tutkularına nasıl oynandığının bir çeşit görünümü. klip hakikaten çok ilginç olmuş, demek istediğimi klibin başlarında anlayabilmek biraz puslu ama 2. dakikanın sonlarından itibaren sarıkabadayı abimizin birkaç yıldır eriştiği maddi refahla gönlünün epey hoş olduğu anlaşılıyor. toplumdaki yabancılaşmayı daha iyi anlayabilmek içinse buna daha iyi bir örnek sen mutlu ol ne olur şarkısı. şu ana kadar şarkının söyleniş biçimi, şarkı duyulduğunda verilen tepki ve şarkının sözleri üçlü bir kıyaslamayla aslında nasıl bir mezar kazdığımızı gösterebilir nitelikte. zira acılarda en gözde tüketim malzemeleri haline dönüşür, insan verdiği tepkilerin özüne o kadar yabancılaşır ki "sen mutlu ol ne olur" denilen bir şarkıda göbek atıp tabak kırabilir. zincirlenmiş hayallerimiz ve yaratcılığımız bize en kısa yolla deşarj edebilecek anlamsız aktivitelere yöneltir. pasif bir hayatta başka türlü yöntemler mümkün değildir.
bu arada, uzun aradan sonra hoşgeldim. bilinçakışıyla ara ara yazmayı düşünüyorum.
4 Şubat 2012 Cumartesi
atatürk üzerine
şimdi öncelikle şunu söylemeliyim ki, ben bu kaydı facebook üzerinden yapmayı ve orada yayınlamayı arzu ederdim. gerçi bu kaydı yapmanın facebook üzerinden de olsa, bu blog üzerinden de olsa pek bir manası yok. sonuçta internet bir kara delik işlevi görüyor ve günlük hayatta birbirimizle paylaşamadığımız düşünceleri, fikirleri kustuğumuz, sdağlatımını yaptığımız dışarıda da oldukça makul ve düzgün olarak gezinmemize yarayan bir paltforma dönüşüyor. dostayevski'nin yeraltından notlar'ında söylediği gibi, modern yaşam fareler oluşturuyor ve bu fareler günümüzde oldukça yoğunlaşmış ve hızlı bir şekilde ürüyor. konumuzun, ya da anlatmak istediğim şeyin başlıkta görüldüğü üzere atatürk olduğunu söylemiştim, şimdi kafamdaki fikirleri toparlayacak bir şekilde sembollere ve diğer insanların da anlayabileceği biçimlere dönüştürme zamanı. uzun zamandır düzenli olarak yapmıyorum. elbette her fare gibi ufak tefek notlar alıp küçük çaplı yazınsal maceralara girişiyorum, ama esas işelvimi gerçekleştirdiğim burayı biraz ihmal ettiğim için olacak belki de, bir çeşit özgüvensizlik, ürkeklik var üzerimde.
atatürk türk tarihi açısından oldukça özel ve ayrıcalıklı bir önderdi. aslında kendime önder seçmekten, birini bir şekilde örnek almaktan pek hazzeden birisi değilimdir. bu cümleyi yazarken dahi kısa süreli bir duralık geçirdim yazdıklarım başıma iş açar mı diye. neyse, ben kendimi klasik deyişiyle, görünen biçimiyle değil belki ama, bir şey olarak ifade etme yolunu seçersem, hani karşıdan da anlaşılabilecek bir biçime sokmak durumunda kalırsam, çünkü ben kendime anti-kapitalist diyebilirim, animalist diyebilirim, toplumcu diyebilirim, hümanist diyebilirim ama hangisini dersem diyeyim o ingilizce tabiriyle "freak" olarak gözükeceğim için, bu toprakların tükrçesiyle bolca çatışan yönleriyle atatürkçü derim. malum bu aralar yakın tarih 40'lar 50'ler bir güzel yere seriliyor, küfürler, lanetlemeler, günah çıkartmalar almış başını gidiyor. hepimiz bunu seyirci olarak izliyoruz. biliyoruz, çok yakın bir zamanda örümcek beyinli yaşam zararlılıları 30'lara da inecekler, 20'lere de inecekler, o zaman "büyük" kurtuluş savaşını, mücadelesini, türklük gurunu taşıyan o sembolü yerle bir ederken bulacağız kendimizi. devlet bahçeli'nin yaptığı doğru ve bir sonraki aşamayı gösteren tespiti gibi: yakında mustafa kemal'de bir darbeci olarak anılmaya başlanacak. çevremde bazı çekirdek akpliler olduğu için, bu çekirdek akplilerin düşüncelerine ve zihniyetine çok yabancı değilim. onları görüyorum ve onlar zaten bunu bu şekilde düşünüyorlar, inanıyorlar. bu pisliklerin beni onlar gibi yapmaya zorlamadıkları müddetçe, beni yönetmeye ve beni bir kalıba sokmaya çalışmadıkları müddetçe istediklerini yapma hakkına sahip olduklarını elbette kabul ediyorum. ama bir canavar yaratıldı, %50 arkaya alındı, bir süreç başlatılıyor, muhafazakar ve demokrat bir nesil yaratma süreci bu. tek kitabı olan, hastalıklı düşüncelere sahip, faşizan tutumları oldukça fazla, empati ve sempati geliştirmeden oldukça yoksun, tek kitaplılığın getirdiği cehalet bir yere ait olma kaygısıyla kendi gibi olmayanın yaşamstandartlarının ağzına sıçan, ahlak ve etiği ağzından düşürmeyen ama kendi çıkarı, menfaatleri ve bop'daki rolüyle her türlü ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü ve pisliği mağdur gören bir nesil bu. altın nesil, ama kökenlerinde bok var, altın kaplama bok partikülleri. sakın hakaret ettiğim anlaşılmasın, söylediğim gibi ben de bir fareyim ve en pis lağımlarda, en karanlık, en kuytu köşelerde, kimselerin yaşamak istemeyeceği yerlerde yaşıyorum. iğrenç bir rengim, iğrenç bir kuyruğum,i ğrenç bir vücudum var, yaratılmışların en lanetlisiyim.
3 dönemdir hükümette bakanlık görevini yerine getiren bir kişi bugün bütün aciziyeti ve zavallı üslubuyla gençliğe hitabeyi, kuran ayetleriyle karşılaştırabiliyor. elbette gençliğe hitabeden hoşlanmaz. aslında ben de hoşlanmıyorum. bir toplumu ayakta tuan, o toplumun değerlerini oluşturan hiçbir şeyin başıma kakılmasından ben de hoşlanmıyorum. ama maalesef türkiye'de gençliğe hitabeyi kuran ayetleriyle karşılaştırabilecek dahili bedhahtların varlığı sebebiyle var zaten bu gençliğe hitabe. bunu ağzına alacakların varlığı ve hızlı üreme durumları yüzünden var. elbette bunu anlamayacaklar, anlamak istemeyecekler, çünkü tam da kendilerinden bahsediliyor. keşke aklı hür, vicdanı hür nesiller gereken olgunluğa ve kendi ayakları üzerinde durabilme çabalamalarında olabilseler de, herkes kendi başına başkalarına tek kitabıyla kafasına vurmayan bireyler olsa da, ihtiyaç duymasak istiklal marşı'na gençliğe hitabeye falan. açıkça söylemem gerekirse, burada kesinlikle kendi toplumumu falan küçümsemiyorum, katiyen böyle bir şey yok. dünyanın her toplumunda toplumların birarada kalabilmesi için belirli değerler oluşturulmak ve değerler çerçevesinde bireyler yetiştirilmek zorunda. bu noktada ben de atatürkçülüğü farklı bir şekilde yorumluyorum. atatürk, her şeyin farkındaydı, çağının, türk toplumunun çok ilerisindeydi, belki de bir hiççiydi; kimbilir. ama o kendi toplumunu sevmeyi, ayağa kalkındırmayı tercih etti, bir devri oluşturmayı, yeni bir nesli en baştan yaratmayı tercih etti. o, hemen hemen tüm ömrünü bu ideal uğruna, evet, benim hiç beceremediğim hoşlanmadığım bir şey olan bir ideal uğruna harcadı, ya da geçirdi diyelim kızmasınlar. toplumlar başka şekilde oluşturulamaz ve hayatta kalamazlar zaten. insanlara bir ideal verilir, sunulur, insanlar o idealler içerisinde kendine yer bulmaya, o ideallerden ahlak basamakları ve yaşama amaçları oluşturmaya çalışır. bu abd için kapitalizm'dir, türkiye için atatürkçülük'tür, doğu bloku için komunizmdir, bilemem. tek bildiğim insan hayatının hiçbir değeri olmadığı, işe yaramadığı ve anlamı olmadığıdır. insanın en büyük trajedisi de buradadır. insan bir şeye bağlanır, hani şarkılarda da geçer: neden diye sorma diye. evet, sormayız neden diye, çünkü içerisindeki boşluk, saçmalık bizi ölüme kadar götürebilir. bugün türkiye'de fikri hür, vicdanı hür bireyler yetiştirme gayesi içerisindeki bir düşünce akımı yıkılmaya yerine çok çok beteri, ölümcülü tek kitaplılık getirilmeye çalışılıyor. hepimiz suçluyuz bunda. anlamsız olduğunu anlayamayacak kadar bile ilerleyemedik. sahip çıkmadık, içetenlikle benimsemedik, çok tembeldik, tükettik, zarar verdik, yok ettik, içini boşalttık. deliler, fareler "freak"ler oluşturduk. rte bir yazarı tersler, bülent arınç terslenen yazarı atütürk'e benzetir, ki bu kesinlikle bilinçaltına oynanan çok sinsi ve kalleşçe bir oyundur biz de seyrederiz bütün bu güzellikleri. ellerindeki en büyük koz belki de atatürk'ün dinsizliği. atatürk dini yok etmek isteseydi, ki etmedi çünkü bir toplumun en önemli çimentolarından biri dindir, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, ederdi. atatürk belki ateistti, belki agnostikti, belki kuşkucu bir müslümandı, bunu bilemem. çelişkili ifadeleri var bunlardan herhangi biri olabilir. onun istediği tek şey fikri hür, vicdanı hür bireylerdi, muhtemelen günümüzdeki atatürkçülüğe evrilen şeyi görseydi, üzülürdü ve böyle olmasını hiç istemezdi. günümüzde kendini atatürkçü olarak niteleyen pek çok insan tek kitaplılar önünde, örümcek kafalılar önünde yargının da ele geçirilmesiyle aciz duruma düştü. gerçekten çok üzücü.
son olarak eklemek gerekirse atatürk tam anlamıyla bir liderdi. tüm liderlik vasıflarına sahipti ve bir toplumu nelerin bir araya getireceğini, nelerin ayakta tutacağını çok iyi biliyordu. ideali kesinlikle dinsiz bir toplum değildi. çünkü tarihinde gösterdiği üzere hiçbir toplum din vasfı olmadan ayakta duramamıştır. o sadece herkesin vicdanıyla başabaşa kalabildiği türk nesilleri istedi. ilerlemek istedi, çağdaş uyagarlık ideaları kurdu. üzerine düşen her şeyi yaptı. bir onbeş yıl yaşasaydı ülke şu an çok başka konumlarda olabilirdi. zaafları vardı. korktu, inancını kaybetti, inandı, şüphe duydu, istedi, zaaflarına yenik düştü, en umulmadık zaferleri kazandı. yıkılmış bir padişahlığa demokrasiyi getirdi. ama kimseyi kendi vicdanıyla başbaşa bırakmak istemeyen, faşist tutumlu bazı insanlar vardı. aradan bir yüzyıl ilerlerken ülkenin durumu şu vaziyetteydi, bu satırların yazarı da hayatta kalmak dışında herhangi bir beklenditisi kalmayan biriydi zaten:
""dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz" sözü aslında mantıklı. zaten şu saatten sonra gençlerin fazla şansı da yok. çünkü yeni kapitalizm sağ olsun, başka maneviyat kalmadı. artık her şey para. şiir yok, romantizm yok, vefa yok, zarafet yok, felsefe zaten hiç olmadı... doların üstüne "allah'a emanetiz." yazan amerika gibi olduk artık. ne kadar sevinsek az. bu yüzden başbakan'ı tutarlı buluyorum. "dindar bir nesil yetiştirmek" artık bir tercih değil, mecburiyet."
tuna kiremitçi, hani şu iğrenç boyalı suratların bulunduğu gazetede müsvettesinde yazan sempatik adam.
atatürk türk tarihi açısından oldukça özel ve ayrıcalıklı bir önderdi. aslında kendime önder seçmekten, birini bir şekilde örnek almaktan pek hazzeden birisi değilimdir. bu cümleyi yazarken dahi kısa süreli bir duralık geçirdim yazdıklarım başıma iş açar mı diye. neyse, ben kendimi klasik deyişiyle, görünen biçimiyle değil belki ama, bir şey olarak ifade etme yolunu seçersem, hani karşıdan da anlaşılabilecek bir biçime sokmak durumunda kalırsam, çünkü ben kendime anti-kapitalist diyebilirim, animalist diyebilirim, toplumcu diyebilirim, hümanist diyebilirim ama hangisini dersem diyeyim o ingilizce tabiriyle "freak" olarak gözükeceğim için, bu toprakların tükrçesiyle bolca çatışan yönleriyle atatürkçü derim. malum bu aralar yakın tarih 40'lar 50'ler bir güzel yere seriliyor, küfürler, lanetlemeler, günah çıkartmalar almış başını gidiyor. hepimiz bunu seyirci olarak izliyoruz. biliyoruz, çok yakın bir zamanda örümcek beyinli yaşam zararlılıları 30'lara da inecekler, 20'lere de inecekler, o zaman "büyük" kurtuluş savaşını, mücadelesini, türklük gurunu taşıyan o sembolü yerle bir ederken bulacağız kendimizi. devlet bahçeli'nin yaptığı doğru ve bir sonraki aşamayı gösteren tespiti gibi: yakında mustafa kemal'de bir darbeci olarak anılmaya başlanacak. çevremde bazı çekirdek akpliler olduğu için, bu çekirdek akplilerin düşüncelerine ve zihniyetine çok yabancı değilim. onları görüyorum ve onlar zaten bunu bu şekilde düşünüyorlar, inanıyorlar. bu pisliklerin beni onlar gibi yapmaya zorlamadıkları müddetçe, beni yönetmeye ve beni bir kalıba sokmaya çalışmadıkları müddetçe istediklerini yapma hakkına sahip olduklarını elbette kabul ediyorum. ama bir canavar yaratıldı, %50 arkaya alındı, bir süreç başlatılıyor, muhafazakar ve demokrat bir nesil yaratma süreci bu. tek kitabı olan, hastalıklı düşüncelere sahip, faşizan tutumları oldukça fazla, empati ve sempati geliştirmeden oldukça yoksun, tek kitaplılığın getirdiği cehalet bir yere ait olma kaygısıyla kendi gibi olmayanın yaşamstandartlarının ağzına sıçan, ahlak ve etiği ağzından düşürmeyen ama kendi çıkarı, menfaatleri ve bop'daki rolüyle her türlü ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü ve pisliği mağdur gören bir nesil bu. altın nesil, ama kökenlerinde bok var, altın kaplama bok partikülleri. sakın hakaret ettiğim anlaşılmasın, söylediğim gibi ben de bir fareyim ve en pis lağımlarda, en karanlık, en kuytu köşelerde, kimselerin yaşamak istemeyeceği yerlerde yaşıyorum. iğrenç bir rengim, iğrenç bir kuyruğum,i ğrenç bir vücudum var, yaratılmışların en lanetlisiyim.
3 dönemdir hükümette bakanlık görevini yerine getiren bir kişi bugün bütün aciziyeti ve zavallı üslubuyla gençliğe hitabeyi, kuran ayetleriyle karşılaştırabiliyor. elbette gençliğe hitabeden hoşlanmaz. aslında ben de hoşlanmıyorum. bir toplumu ayakta tuan, o toplumun değerlerini oluşturan hiçbir şeyin başıma kakılmasından ben de hoşlanmıyorum. ama maalesef türkiye'de gençliğe hitabeyi kuran ayetleriyle karşılaştırabilecek dahili bedhahtların varlığı sebebiyle var zaten bu gençliğe hitabe. bunu ağzına alacakların varlığı ve hızlı üreme durumları yüzünden var. elbette bunu anlamayacaklar, anlamak istemeyecekler, çünkü tam da kendilerinden bahsediliyor. keşke aklı hür, vicdanı hür nesiller gereken olgunluğa ve kendi ayakları üzerinde durabilme çabalamalarında olabilseler de, herkes kendi başına başkalarına tek kitabıyla kafasına vurmayan bireyler olsa da, ihtiyaç duymasak istiklal marşı'na gençliğe hitabeye falan. açıkça söylemem gerekirse, burada kesinlikle kendi toplumumu falan küçümsemiyorum, katiyen böyle bir şey yok. dünyanın her toplumunda toplumların birarada kalabilmesi için belirli değerler oluşturulmak ve değerler çerçevesinde bireyler yetiştirilmek zorunda. bu noktada ben de atatürkçülüğü farklı bir şekilde yorumluyorum. atatürk, her şeyin farkındaydı, çağının, türk toplumunun çok ilerisindeydi, belki de bir hiççiydi; kimbilir. ama o kendi toplumunu sevmeyi, ayağa kalkındırmayı tercih etti, bir devri oluşturmayı, yeni bir nesli en baştan yaratmayı tercih etti. o, hemen hemen tüm ömrünü bu ideal uğruna, evet, benim hiç beceremediğim hoşlanmadığım bir şey olan bir ideal uğruna harcadı, ya da geçirdi diyelim kızmasınlar. toplumlar başka şekilde oluşturulamaz ve hayatta kalamazlar zaten. insanlara bir ideal verilir, sunulur, insanlar o idealler içerisinde kendine yer bulmaya, o ideallerden ahlak basamakları ve yaşama amaçları oluşturmaya çalışır. bu abd için kapitalizm'dir, türkiye için atatürkçülük'tür, doğu bloku için komunizmdir, bilemem. tek bildiğim insan hayatının hiçbir değeri olmadığı, işe yaramadığı ve anlamı olmadığıdır. insanın en büyük trajedisi de buradadır. insan bir şeye bağlanır, hani şarkılarda da geçer: neden diye sorma diye. evet, sormayız neden diye, çünkü içerisindeki boşluk, saçmalık bizi ölüme kadar götürebilir. bugün türkiye'de fikri hür, vicdanı hür bireyler yetiştirme gayesi içerisindeki bir düşünce akımı yıkılmaya yerine çok çok beteri, ölümcülü tek kitaplılık getirilmeye çalışılıyor. hepimiz suçluyuz bunda. anlamsız olduğunu anlayamayacak kadar bile ilerleyemedik. sahip çıkmadık, içetenlikle benimsemedik, çok tembeldik, tükettik, zarar verdik, yok ettik, içini boşalttık. deliler, fareler "freak"ler oluşturduk. rte bir yazarı tersler, bülent arınç terslenen yazarı atütürk'e benzetir, ki bu kesinlikle bilinçaltına oynanan çok sinsi ve kalleşçe bir oyundur biz de seyrederiz bütün bu güzellikleri. ellerindeki en büyük koz belki de atatürk'ün dinsizliği. atatürk dini yok etmek isteseydi, ki etmedi çünkü bir toplumun en önemli çimentolarından biri dindir, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, ederdi. atatürk belki ateistti, belki agnostikti, belki kuşkucu bir müslümandı, bunu bilemem. çelişkili ifadeleri var bunlardan herhangi biri olabilir. onun istediği tek şey fikri hür, vicdanı hür bireylerdi, muhtemelen günümüzdeki atatürkçülüğe evrilen şeyi görseydi, üzülürdü ve böyle olmasını hiç istemezdi. günümüzde kendini atatürkçü olarak niteleyen pek çok insan tek kitaplılar önünde, örümcek kafalılar önünde yargının da ele geçirilmesiyle aciz duruma düştü. gerçekten çok üzücü.
son olarak eklemek gerekirse atatürk tam anlamıyla bir liderdi. tüm liderlik vasıflarına sahipti ve bir toplumu nelerin bir araya getireceğini, nelerin ayakta tutacağını çok iyi biliyordu. ideali kesinlikle dinsiz bir toplum değildi. çünkü tarihinde gösterdiği üzere hiçbir toplum din vasfı olmadan ayakta duramamıştır. o sadece herkesin vicdanıyla başabaşa kalabildiği türk nesilleri istedi. ilerlemek istedi, çağdaş uyagarlık ideaları kurdu. üzerine düşen her şeyi yaptı. bir onbeş yıl yaşasaydı ülke şu an çok başka konumlarda olabilirdi. zaafları vardı. korktu, inancını kaybetti, inandı, şüphe duydu, istedi, zaaflarına yenik düştü, en umulmadık zaferleri kazandı. yıkılmış bir padişahlığa demokrasiyi getirdi. ama kimseyi kendi vicdanıyla başbaşa bırakmak istemeyen, faşist tutumlu bazı insanlar vardı. aradan bir yüzyıl ilerlerken ülkenin durumu şu vaziyetteydi, bu satırların yazarı da hayatta kalmak dışında herhangi bir beklenditisi kalmayan biriydi zaten:
""dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz" sözü aslında mantıklı. zaten şu saatten sonra gençlerin fazla şansı da yok. çünkü yeni kapitalizm sağ olsun, başka maneviyat kalmadı. artık her şey para. şiir yok, romantizm yok, vefa yok, zarafet yok, felsefe zaten hiç olmadı... doların üstüne "allah'a emanetiz." yazan amerika gibi olduk artık. ne kadar sevinsek az. bu yüzden başbakan'ı tutarlı buluyorum. "dindar bir nesil yetiştirmek" artık bir tercih değil, mecburiyet."
tuna kiremitçi, hani şu iğrenç boyalı suratların bulunduğu gazetede müsvettesinde yazan sempatik adam.
28 Aralık 2011 Çarşamba
anadolu hisarı üzerine
şimdi nedense böyle birden anadolu hisarı üzerine yazma gereği duydum. aslında birden oluşan bir şey değil bu, itiraf ediyim. halihazırda bir şeyler duruyordu, yani bana hissettirdiği şeyler vardı, onları tam olarak toparladığımı dahi söyleyemem, sadece hissettirdiklerini, üzerinde fazla düşünmediğim, bir şekilde başlıklandırdığım ama içlerini doldurmadığım şeyler. zaten daha önce de, yani burayı oluşturmaya başladım birbuçuk yıllık süreçten beridir üzerine bir şeyler yazıyorum eski yazılara,bakıldığında bunun yoğunluğu net olarak görülebilir.
burada olan, süregelen şeyler pek de fazla değişmedi. muhtemelen yakın tarihle alakalı konuşursak, hani okulun açıldığı o ilk dönemlerdeki tatlı ihtiras ve öğrenci yoğunluğunun oluşturduğu ciddiyet ve hakim olma isteğini bir kenara bırakırsak benim yapmış olduğum gözlemlerin ben bu okula girmeden önce de aynı şekilde durduğunu söyleyebilirim herhalde. 2005 yılında da böyleydi burası, 2008'de de böyleydi, benim rahatsızlığıma depresyonuma etkisinin oldukça arttığı 2010 yılının sonlarında da böyleydi. yapabilecek, söylenebilecek fazla bir şey yok. benim buraya devam edebilmemi sağlayan tek etkeni bulmayı başarıp (başarmak nıhahaha!) bir şekilde sürdürebilmek için nedenler bulmam gerekiyordu. aslında bütün o yaşananlar sonucunda benim okulu bırakmam gerekiyordu. yaşadıklarımın, bunun sonucunda oluşan durumların olağan gidişatı bu şekildeydi. ama ben ne yaptım tabii, hayatımı sürdürebilmek için hepimizin ihtiyacı olduğu o sıfatlardan birine sığınmak durumunda kaldım. evet, ben öğrenciydim ve eğer öğrenci olmazsam hiçbir şeydim. bu benim için bir anlam ifade etmezdi de belki, ama dışarıdaki sosyo-ekonomik durum açısından oldukça fazla şey ifade ediyordu. hele hele hayatımın herhangi bir yaşam biçimi oluşturmak ve bu yaşam biçiminin içerisine yaratıcılık, bilgelik ve farkındalık eklemek için bana yüklenmesi gereken bir sıfatın bulunmasının o kadar da önemli olmadığını hatta bunların bir şekilde bana kambur oluşturduğunu gördüğüm şu dönemlerinde bunu net bir şekilde görebiliyorum. benim okula devam edebilmem şu durumda liberalizmin o ortak aklıyla bir yöne ulaşıyordu, bu yön şunu gösteriyordu: buradan fayda sağlamalıyım, burası yaşamımın ilerleyen dönemlerinde para kazanmama, tüketim olanaklarımın ve sosyo-ekonomik koşullarımın korunumuna fayda verebilecek bir yer. yani bu bir nevi insanın kendi ihtiaçlarını karşılayabilmesi için yetenek sahibi olduğu, erbabı olduğu bir durum, iş için kendi günışığını birilerine satması, başka birilerinin yüksek-ideal ekonomik çıkarları için kendi hayatının olanaklarından ve olabilirliklerinden vazgeçmesi anlamına geliyor. tabii çok sevgili sistemimizin bize öğrettiğine göre toplumda fark yaratacak insanlar bir şekilde kendini belli ediyor, kendini gerçekleştiriyor ve toplumun gidişatına yön veriyor. bu da sosyal darvinizmle açıklanıyor ve kapitalizmin insan doğasına çok uygun ve en yakın yaşam döngüsünü oluşturan güzide bir işlev olduğunu anlatıyor. sürekli biriktirerek, doğada hiçbir canlının yapmadığı bir şeyi yaparak, o biriktirdiğimiz şeylerin bize sahip olmasına neden olarak kendi doğamıza en uygun şeyi yaşıyoruz. bir kısım yaratıcı! insan yarattıkları ve biriktirdiklerinin egosunun sağladığı o yüce güç duygusuyla bizlerin üzerinde egemenlik kuruyor. biz de onların başarı öykülerine öykünüyor ve hayran oluyoruz, tapıyoruz. bugün faşizm hakkında konuşabiliyoruz, ona bok atabiliyoruz. sokaktaki hemen hemen her bireyin faşizm üzerine bir fikri var. en azından görüldüğü yerde kafası ezilmelidir falan diyebiliyoruz. terörizm de aynı şekilde. peki neden kapitalizm hakkında konuşamıyoruz. tam olarak merkezinde yaşadığımız şey hakkında neden böyle bir tutulma ve körlük yaşıyoruz? çünkü kazandığımız ölçüde sınırsız tüketim hakkımız var. istediğimiz herhangi bir şeyi tüketebildiğimiz içinse kendimizi özgür zannediyoruz, her şey elimizin altındaymış gibi geliyor. kendi insani ideallerimizi ve doğamızı araştırma veya algılama durumunu seçtiğimizde ya da bilinçaltımızın artık yüklerini taşıyamayacak duruma geldiğini gördüğümüzde, ağır bedeller ödediğimizde dahi pek çoğumuz mikro düzeyde düşünüyoruz. sadece kendimizi düşünüyoruz. ya da ahmet'i hüseyin'i gülşen'i falan düşünüyoruz. hislerimizi, günlük kaygılarımızı düşünüyoruz. at gözlükleri giyinmiş gibiyiz. toplum içerisinde ne olduğumuzu veya yaşadığımız problemlerin sürekli kendini tekrar ettiğini gördüğümüzde ve neden tekrar ettiğini kendi kendimize sorduğumuzda belki de bir kapıyı aralamış oluyoruz. yaptığımız şeyin ne kadar anlamsız ve ilişkisiz olduğunu gördüğümüzdeyse aslında dışarıdaki milyarlarca insanla beraber bir simülasyonun içerisinde olduğumuzu farkediyoruz. her şeye rağmen sınırsız tüketim olanaklarına sahip olmak, aç kalmamak ve hilkat garibesi gibi görünmek istemiyorsan, dışarıdaki herkesin giyindiği maskeyi takın, sorumluluklarını unutma, makineye katıl.
bugün bunları yazmama vesile olan şey aslında yine bir devam sıkıntısıyla alakalı. ben bugün bana belki de insani açıdan en yakın gözüken birkaç dersten birine deutsch 3 dersine gitmedim. aslında şimdi baktığım zaman vizelerden beri sadece 2 derse girmiş olduğumu görüyorum. ilk iki hafta hoca gelmedi, bir hafta zaman değişikliğinden haberdar olmadığım için ben dersi kaçırdım, şimdiyse ben gitmedim. bu dışarıdan yüklenen sorumluluklarla alakalı, ben şayet okulu bitirme ve fayda sağlama kararı almışsam herhangi bir çok özel nedenim yoksa devamlılığı mümkün olabilecek maksimum düzeye çekmeliyim ve katiyen bu sınırların dışına çıkmamalıyım. ama halen dahi bunu yapmadığım zamanlar oluyor işte. bu da o zamanlardan biriydi. kaldı ki vizesinden 85 aldığım bir sınavın fianlinde de aynı başarıyı setgileyeceğimin, hatta 50 sınırını dahi geçebileceğimin bir garantisi yok. bazı hocaların durumunu görmekse beni bu fikirden uzaklaştırmaya neden olabiliyor. bu zaman içerisinde bulunduğum bir derste ancak meslek lisesinde kadrosuz öğretmen olabilecek kadar vizyon ve ufuk sahibi olan öğretim görevlilerinin bizlere ahkam kesme ve gelecek hakkında elle tutulur, muazzam! fikirler vermelerini görmek gerçekten hayal kırıklığına uğratıcı ve yokedici. öğrencilerin, özellikle 10 yıllık eğitim sisteminin biriktirdiklerinin kafa sikici ve ketlediği bilgilerle buralara kadar seçilerek gelmiş öğrencilerin seviyelerini kendilerine belirterek neden yapamıyorsunuz allah allah yeteneklisiniz de diye belirten üniversite hocalarının olduğu yerde kimden ne beklenebilir ki. devam ediyorum, çünkü dışarıda tüm bu olup bitenlerden kendimi soyutlayarak yaşamamın, özellikle herhangi bir birlik içerisinde yaratıcı sosyal paylaşımlar olmadan ya da sistemin en azından sağladığı oynama ve acı verici şekilde oyalanma olanakları olmadan, dışarıda bir şeyler olduğumu belirten o kimlik olmadan yaşayabilmenin bedellerini ödeyebilecek vaziyette hissetmiyorum kendimi. yarı zamanlı kölelik oluşturan bu dişlilerde, milyarlarca insanın içerisinde olduğu bu düzlemde sadece bir çiviyim, vazgeçersem o da değilim. bu döngüde, bizlere herkesin kendisi için yaşadığı belirtilen ama aslında sadece dünya devleri kar etsin diye yeteneklerimizi sattığımız bu döngüde, aşılanan idealler uğruna yaşamış biri kendisine ve doğasına yabancı biri olarak ölür, ama hepimiz onu iyi biliriz.
neyse, ben alev hocaya bugün ki dersle alakalı bir mail atayım en iyisi. ne anlatıcaktım, nerelere gitti. belki de böyle olması gerekiyordu.
burada olan, süregelen şeyler pek de fazla değişmedi. muhtemelen yakın tarihle alakalı konuşursak, hani okulun açıldığı o ilk dönemlerdeki tatlı ihtiras ve öğrenci yoğunluğunun oluşturduğu ciddiyet ve hakim olma isteğini bir kenara bırakırsak benim yapmış olduğum gözlemlerin ben bu okula girmeden önce de aynı şekilde durduğunu söyleyebilirim herhalde. 2005 yılında da böyleydi burası, 2008'de de böyleydi, benim rahatsızlığıma depresyonuma etkisinin oldukça arttığı 2010 yılının sonlarında da böyleydi. yapabilecek, söylenebilecek fazla bir şey yok. benim buraya devam edebilmemi sağlayan tek etkeni bulmayı başarıp (başarmak nıhahaha!) bir şekilde sürdürebilmek için nedenler bulmam gerekiyordu. aslında bütün o yaşananlar sonucunda benim okulu bırakmam gerekiyordu. yaşadıklarımın, bunun sonucunda oluşan durumların olağan gidişatı bu şekildeydi. ama ben ne yaptım tabii, hayatımı sürdürebilmek için hepimizin ihtiyacı olduğu o sıfatlardan birine sığınmak durumunda kaldım. evet, ben öğrenciydim ve eğer öğrenci olmazsam hiçbir şeydim. bu benim için bir anlam ifade etmezdi de belki, ama dışarıdaki sosyo-ekonomik durum açısından oldukça fazla şey ifade ediyordu. hele hele hayatımın herhangi bir yaşam biçimi oluşturmak ve bu yaşam biçiminin içerisine yaratıcılık, bilgelik ve farkındalık eklemek için bana yüklenmesi gereken bir sıfatın bulunmasının o kadar da önemli olmadığını hatta bunların bir şekilde bana kambur oluşturduğunu gördüğüm şu dönemlerinde bunu net bir şekilde görebiliyorum. benim okula devam edebilmem şu durumda liberalizmin o ortak aklıyla bir yöne ulaşıyordu, bu yön şunu gösteriyordu: buradan fayda sağlamalıyım, burası yaşamımın ilerleyen dönemlerinde para kazanmama, tüketim olanaklarımın ve sosyo-ekonomik koşullarımın korunumuna fayda verebilecek bir yer. yani bu bir nevi insanın kendi ihtiaçlarını karşılayabilmesi için yetenek sahibi olduğu, erbabı olduğu bir durum, iş için kendi günışığını birilerine satması, başka birilerinin yüksek-ideal ekonomik çıkarları için kendi hayatının olanaklarından ve olabilirliklerinden vazgeçmesi anlamına geliyor. tabii çok sevgili sistemimizin bize öğrettiğine göre toplumda fark yaratacak insanlar bir şekilde kendini belli ediyor, kendini gerçekleştiriyor ve toplumun gidişatına yön veriyor. bu da sosyal darvinizmle açıklanıyor ve kapitalizmin insan doğasına çok uygun ve en yakın yaşam döngüsünü oluşturan güzide bir işlev olduğunu anlatıyor. sürekli biriktirerek, doğada hiçbir canlının yapmadığı bir şeyi yaparak, o biriktirdiğimiz şeylerin bize sahip olmasına neden olarak kendi doğamıza en uygun şeyi yaşıyoruz. bir kısım yaratıcı! insan yarattıkları ve biriktirdiklerinin egosunun sağladığı o yüce güç duygusuyla bizlerin üzerinde egemenlik kuruyor. biz de onların başarı öykülerine öykünüyor ve hayran oluyoruz, tapıyoruz. bugün faşizm hakkında konuşabiliyoruz, ona bok atabiliyoruz. sokaktaki hemen hemen her bireyin faşizm üzerine bir fikri var. en azından görüldüğü yerde kafası ezilmelidir falan diyebiliyoruz. terörizm de aynı şekilde. peki neden kapitalizm hakkında konuşamıyoruz. tam olarak merkezinde yaşadığımız şey hakkında neden böyle bir tutulma ve körlük yaşıyoruz? çünkü kazandığımız ölçüde sınırsız tüketim hakkımız var. istediğimiz herhangi bir şeyi tüketebildiğimiz içinse kendimizi özgür zannediyoruz, her şey elimizin altındaymış gibi geliyor. kendi insani ideallerimizi ve doğamızı araştırma veya algılama durumunu seçtiğimizde ya da bilinçaltımızın artık yüklerini taşıyamayacak duruma geldiğini gördüğümüzde, ağır bedeller ödediğimizde dahi pek çoğumuz mikro düzeyde düşünüyoruz. sadece kendimizi düşünüyoruz. ya da ahmet'i hüseyin'i gülşen'i falan düşünüyoruz. hislerimizi, günlük kaygılarımızı düşünüyoruz. at gözlükleri giyinmiş gibiyiz. toplum içerisinde ne olduğumuzu veya yaşadığımız problemlerin sürekli kendini tekrar ettiğini gördüğümüzde ve neden tekrar ettiğini kendi kendimize sorduğumuzda belki de bir kapıyı aralamış oluyoruz. yaptığımız şeyin ne kadar anlamsız ve ilişkisiz olduğunu gördüğümüzdeyse aslında dışarıdaki milyarlarca insanla beraber bir simülasyonun içerisinde olduğumuzu farkediyoruz. her şeye rağmen sınırsız tüketim olanaklarına sahip olmak, aç kalmamak ve hilkat garibesi gibi görünmek istemiyorsan, dışarıdaki herkesin giyindiği maskeyi takın, sorumluluklarını unutma, makineye katıl.
bugün bunları yazmama vesile olan şey aslında yine bir devam sıkıntısıyla alakalı. ben bugün bana belki de insani açıdan en yakın gözüken birkaç dersten birine deutsch 3 dersine gitmedim. aslında şimdi baktığım zaman vizelerden beri sadece 2 derse girmiş olduğumu görüyorum. ilk iki hafta hoca gelmedi, bir hafta zaman değişikliğinden haberdar olmadığım için ben dersi kaçırdım, şimdiyse ben gitmedim. bu dışarıdan yüklenen sorumluluklarla alakalı, ben şayet okulu bitirme ve fayda sağlama kararı almışsam herhangi bir çok özel nedenim yoksa devamlılığı mümkün olabilecek maksimum düzeye çekmeliyim ve katiyen bu sınırların dışına çıkmamalıyım. ama halen dahi bunu yapmadığım zamanlar oluyor işte. bu da o zamanlardan biriydi. kaldı ki vizesinden 85 aldığım bir sınavın fianlinde de aynı başarıyı setgileyeceğimin, hatta 50 sınırını dahi geçebileceğimin bir garantisi yok. bazı hocaların durumunu görmekse beni bu fikirden uzaklaştırmaya neden olabiliyor. bu zaman içerisinde bulunduğum bir derste ancak meslek lisesinde kadrosuz öğretmen olabilecek kadar vizyon ve ufuk sahibi olan öğretim görevlilerinin bizlere ahkam kesme ve gelecek hakkında elle tutulur, muazzam! fikirler vermelerini görmek gerçekten hayal kırıklığına uğratıcı ve yokedici. öğrencilerin, özellikle 10 yıllık eğitim sisteminin biriktirdiklerinin kafa sikici ve ketlediği bilgilerle buralara kadar seçilerek gelmiş öğrencilerin seviyelerini kendilerine belirterek neden yapamıyorsunuz allah allah yeteneklisiniz de diye belirten üniversite hocalarının olduğu yerde kimden ne beklenebilir ki. devam ediyorum, çünkü dışarıda tüm bu olup bitenlerden kendimi soyutlayarak yaşamamın, özellikle herhangi bir birlik içerisinde yaratıcı sosyal paylaşımlar olmadan ya da sistemin en azından sağladığı oynama ve acı verici şekilde oyalanma olanakları olmadan, dışarıda bir şeyler olduğumu belirten o kimlik olmadan yaşayabilmenin bedellerini ödeyebilecek vaziyette hissetmiyorum kendimi. yarı zamanlı kölelik oluşturan bu dişlilerde, milyarlarca insanın içerisinde olduğu bu düzlemde sadece bir çiviyim, vazgeçersem o da değilim. bu döngüde, bizlere herkesin kendisi için yaşadığı belirtilen ama aslında sadece dünya devleri kar etsin diye yeteneklerimizi sattığımız bu döngüde, aşılanan idealler uğruna yaşamış biri kendisine ve doğasına yabancı biri olarak ölür, ama hepimiz onu iyi biliriz.
neyse, ben alev hocaya bugün ki dersle alakalı bir mail atayım en iyisi. ne anlatıcaktım, nerelere gitti. belki de böyle olması gerekiyordu.
26 Aralık 2011 Pazartesi
naber lan mercan adası sakini
sevgili günlük. biliyorum aylardır uğramıyorum, bir şeyler yazmıyorum, fikirlerimi, düşüncelerimi, duygularımı, aklımdan geçenleri burada harf dediğimiz sembollerle somut hale getirip diğer insanların da ulaşabileceği bir şekle büründürmüyorum. geçen bu birkaç ayda aslında çok da fazla paylaşmak istediğim, somutlaştırmak istediğim bir şey olmadı. daha çok bir arayış hakimdi. ben daha nasıl, ne şekilde olaylara, durumlara yön verebilirim, yorumlayabilirim, içinde bulunabilirim, katkıda veya yıkımda bulunabilirim, hayatımdaki öncelikler tam olarak neler, daha önce yaşadıklarım neyle bağlantılıydı ve içerisindeki değerlendirmelerde, düşüncelerde, hatıralarda, yaşanmışlıklarda işe yarar, elle tutulur, hak verilir, doğruluk payı teslim edilir neler vardı, tam olarak bunları anlamaya, unutmaya ya da keyif verici bir hale büründürmeye, daha fazla zarar vermemesine yönelik bir takım önlemler almaya doğru bir yön içerisine girdim. yani aslında aktif olarak herhangi bir şey yapmadım, pasif durmaya ihtiyacım vardı, öyle olduğunu düşünüyordum veya içerisinde yaşadıklarım, etkilendiklerim, anladıklarım veya anlayamadıklarım bunu gerektiriyordu, bunu da bilemiyorum. umut sarıkaya'nın bazı yazılarında yaptığı gibi çok taşaklı konular bunlar efenim şimdi ben tam emin değilim hele bir şunlar hakkında tam bir fikir sahibi olayım o zaman her şeyi daha net olarak sizinle paylaşıcam, yazayım ben böyle de diyebilirim. ne yaparsak yapalım yine aynı umut sarıkaya'nın dediği gibi genel olarak yazdıklarımız bir nevi kendi keyfimizin kahyalığını yapıyor. umut sarıkaya böyle tam olarak böyle söylememiş de olabilir, yine tam olarak emin değilim ama sonuçta söylemiş olduğu, belirtme ihtiyacı duyduğu şey yine tam olarak bu noktaya çıkıyor. zaten umut sarıkaya'da uzun zamandır yazmıyor, çiziyor sadece.
bugün bu yazıyı bir anda yazmaya başlamamın sebebi aslında sistem düşmancıkları. yanlış anlaşılmasın tabii, elhamdülillah içerisinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik düzenin insanı kendi doğasına yabancılaştırdığının, tamamen faydacı ve çıkarcı bireyler haline getirdiğinin, mutsuz kıldığının ve şu an daha aklıma gelmeyen bilumum insani davranışı ve eylemleri olumsuz, hastalıklı hale getirdiğinin farkındayım. neyse, bu sistem düşmancıkları kendi kendilerine bir şekilde bir yol bulmuş, içerisinde bulunduğumuz düzlemi kendi algı kapakçıklarıyla idrak etmiş ve bunu yorumlayıp uygulamada son derece eksik ve etkisiz kaldığı için, tam olarak anlayamadığı için yahut anladığını zannettiği o ulvi fikir ve eylemlerden anladığı tek şey keşfettiği kültürü tüketmek, bir başkası gibi giyinmek, bir başkası olmak, başkasının kelimelerini, düşüncelerini, fikirlerini, kullanmak ya da başka bir deyişle ambalaj olduğu için bir yandan da böyle bir götverenlik, snobluk, toplumun algı düzeyinin çok üzerindeyim, kimse tarafından anlaşılamaz ve yalnız bir durumdayım düşüncelerinin yarattığı bir dünyada yaşadığı için bu amcıklar hakikaten yaşam zararlısıdırlar. bu poserlar gerçekten bir şeyleri anlamış, idrak etmiş, insan doğasının ve varlığının özüne dönmek isteyen, her şeyi yok etmek isteyen ama bunu tamamen insanın doğasına olan özlemini derin bir sevgiyle gidermek için arzuyla düşleyen ve kendi kendilerince bir tavır geliştirmiş ve bu tavır içerisinde de yenilikler sunmuş veya sunma yolundaki insanlara zarar vermekte, yanlış anlaşılmalarına, içlerinin boşaltılmasına neden olmaktadırlar. toplumun algı düzeyinin çok üstünde olduklarını bu nedenle toplumun kendilerini anlayabilmelerinin ve onun da bu topluma adapte olabilmesinin imkansız olduğunu zanneden bu sistem düşmancıkları, kendi yaşam alanlarını koruyabilmek, kendilerini ifade edebilmek için yine bütün o nefret ettikleri kişilerin uyguladıkları yöntemleri uygulamaktadırlar. bir de bunlarda inanılmaz boyutlarda bir benlik yüceltmesi, ego patlaması vardır. kendisi gibi kimsenin düşünemeyeceğini, anlayamayacağını, herkesin zavallı olduğunu falan düşünürler. şu etek çok güzelmiş yaaa ne güzel o puntolu muntolu diyen ruhundaki boşlukları yeni aldığı ürünlerle, metalarla doldurmaya çalışan, reklamlarda gördüğü ürünlere para saçan masum bir kurbandan herhangi bir farkları yoktur, masum olmamaları dışında tabii. velhasıl bu götverenlerin tek istediği ulaşabileceği maksimum tüketim düzeyine ulaşmak, hazların ve zevklerin doruğunda gezinmek, egolarının ve benlik seviciliklerinin patlayacak kadar şişmiş halde bulunmasıdır. kendilerini adeta bir übermensch, bir yarıtanrı olarak gören bu amınevlatları kapitalizmin sınırsız tüketim anlayışının yarattığı über canavarlardır. toplum ve insanalrın genel faydaları için istediğini düşündüğü şeylerin pekçoğunu aslında kendi bireysel tatminleri için isterler. onun bunun parasını yerken, sistemin bütün kaymağını ciğerlerine çekerken bunun insanı kötü etkilediğini, canavara çevirdiğini, hapsettiğini ve doğasından uzaklaştırdığını söylemek, bu şekilde atıp tutmak kolay. birkaç haftada harcadığın parayı kazanmak için birkaç ay o söylediğin şeyleri oluşturan durumların içerisinde bulunsan sinirden mecazi anlam bulunmadan kendini sikersin herhalde, kepaze seni.
bu yazıyı bütün kendini birbok zanneden ve istedikleri herhangi bir şeyi tüketerek, kopya ederek bir canavar haline gelerek elde edebileceklerini düşünen amın evlatlarının hayratına gönderiyorum. tez geberin de doğa sizin gibi zararlılardan kurtulsun amk.
bugün bu yazıyı bir anda yazmaya başlamamın sebebi aslında sistem düşmancıkları. yanlış anlaşılmasın tabii, elhamdülillah içerisinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik düzenin insanı kendi doğasına yabancılaştırdığının, tamamen faydacı ve çıkarcı bireyler haline getirdiğinin, mutsuz kıldığının ve şu an daha aklıma gelmeyen bilumum insani davranışı ve eylemleri olumsuz, hastalıklı hale getirdiğinin farkındayım. neyse, bu sistem düşmancıkları kendi kendilerine bir şekilde bir yol bulmuş, içerisinde bulunduğumuz düzlemi kendi algı kapakçıklarıyla idrak etmiş ve bunu yorumlayıp uygulamada son derece eksik ve etkisiz kaldığı için, tam olarak anlayamadığı için yahut anladığını zannettiği o ulvi fikir ve eylemlerden anladığı tek şey keşfettiği kültürü tüketmek, bir başkası gibi giyinmek, bir başkası olmak, başkasının kelimelerini, düşüncelerini, fikirlerini, kullanmak ya da başka bir deyişle ambalaj olduğu için bir yandan da böyle bir götverenlik, snobluk, toplumun algı düzeyinin çok üzerindeyim, kimse tarafından anlaşılamaz ve yalnız bir durumdayım düşüncelerinin yarattığı bir dünyada yaşadığı için bu amcıklar hakikaten yaşam zararlısıdırlar. bu poserlar gerçekten bir şeyleri anlamış, idrak etmiş, insan doğasının ve varlığının özüne dönmek isteyen, her şeyi yok etmek isteyen ama bunu tamamen insanın doğasına olan özlemini derin bir sevgiyle gidermek için arzuyla düşleyen ve kendi kendilerince bir tavır geliştirmiş ve bu tavır içerisinde de yenilikler sunmuş veya sunma yolundaki insanlara zarar vermekte, yanlış anlaşılmalarına, içlerinin boşaltılmasına neden olmaktadırlar. toplumun algı düzeyinin çok üstünde olduklarını bu nedenle toplumun kendilerini anlayabilmelerinin ve onun da bu topluma adapte olabilmesinin imkansız olduğunu zanneden bu sistem düşmancıkları, kendi yaşam alanlarını koruyabilmek, kendilerini ifade edebilmek için yine bütün o nefret ettikleri kişilerin uyguladıkları yöntemleri uygulamaktadırlar. bir de bunlarda inanılmaz boyutlarda bir benlik yüceltmesi, ego patlaması vardır. kendisi gibi kimsenin düşünemeyeceğini, anlayamayacağını, herkesin zavallı olduğunu falan düşünürler. şu etek çok güzelmiş yaaa ne güzel o puntolu muntolu diyen ruhundaki boşlukları yeni aldığı ürünlerle, metalarla doldurmaya çalışan, reklamlarda gördüğü ürünlere para saçan masum bir kurbandan herhangi bir farkları yoktur, masum olmamaları dışında tabii. velhasıl bu götverenlerin tek istediği ulaşabileceği maksimum tüketim düzeyine ulaşmak, hazların ve zevklerin doruğunda gezinmek, egolarının ve benlik seviciliklerinin patlayacak kadar şişmiş halde bulunmasıdır. kendilerini adeta bir übermensch, bir yarıtanrı olarak gören bu amınevlatları kapitalizmin sınırsız tüketim anlayışının yarattığı über canavarlardır. toplum ve insanalrın genel faydaları için istediğini düşündüğü şeylerin pekçoğunu aslında kendi bireysel tatminleri için isterler. onun bunun parasını yerken, sistemin bütün kaymağını ciğerlerine çekerken bunun insanı kötü etkilediğini, canavara çevirdiğini, hapsettiğini ve doğasından uzaklaştırdığını söylemek, bu şekilde atıp tutmak kolay. birkaç haftada harcadığın parayı kazanmak için birkaç ay o söylediğin şeyleri oluşturan durumların içerisinde bulunsan sinirden mecazi anlam bulunmadan kendini sikersin herhalde, kepaze seni.
bu yazıyı bütün kendini birbok zanneden ve istedikleri herhangi bir şeyi tüketerek, kopya ederek bir canavar haline gelerek elde edebileceklerini düşünen amın evlatlarının hayratına gönderiyorum. tez geberin de doğa sizin gibi zararlılardan kurtulsun amk.
25 Eylül 2011 Pazar
mersin.
mersin hakkında son zamanlarda çocukluğumdaki gibi olumlu şeyler düşünemiyordum. burada çocukluğum gerçekten hareketli, mutlu ve sevilen insanlarla beraber geçti. daha sonrasındaysa kişiliğin gelişimiyle, farklı fikirlerin edinimiyle, olaylara ve yaşananlara farklı yorumlar getirmemle buradaki insanların bunu farkedememesinden oluşan ve belki de yetişkinliğe erişmiş bir bireye hala çocukmuşçasına davranmalarından dolayı epey aram açıldı burasıyla. gittikçe aram açıldı, uğramak istemedim, buradaki insanları görmek istemedim ve bunu sonucunda daha az gelir oldum buralara. şimdi geriye doğru baktığımda bunun yaşanmasının aslında son derece doğal ve gerekli olduğunu görüyorum. insanlar böyle büyüyor, böyle birbirinden ayrılıyor ve böyle birer birey haline geliyor.
bugünlerde mersin'e daha fazla geliyorum. bunun en önemli sebebi sanırım yaşadığım bu değişim ve yenilenim sürecinin buradakiler tarafından da birazcık da olsun anlaşılabilmesi, kendime ayırdığım zamanı anlayabilmeleri, ya da şöyle diyeyim, kendileriyle 24 saat aynı şeyleri yapmamın beni ne kadar bunalttığını görebilmeleri, benim açımdansa diğerlerinin fikirlerini ve düşüncelerini artık onaylamak ve hepsini dinlemek zorunda kalmadan beraber güzel vakit geçirmeyi öğrendiğimi veya öğrenme aşmasına geldiğimi görmem ve bunları gerçekten yaşam tecrübesi olarak yaşayabilmem, belki de en önemlisi gerek benim gerek burada beraber vakit geçirdiğim insanların farklı düşünerek de, farklı algılayarak da beraber yaşayabilececeğimizi öğrenmemiz burayı en azından yeniden vakit geçirebilecek, istanbul dışında nefes alınabilecek bir yer yaptı benim için. özellikle sahildeki kafeleriyle, barlarıyla, yeni hizmete giren marinasıyla ve restoranlarıyla yaşanılabilecek, dinlenilebilecek bir yere dönüştü mersin. tabii çok da fazla bokunu çıkarmamak lazım her şey gibi, daha sonra yaşanabilecek bazı şeyler yine de hayal kırıklığı yaratabilir, aynı şeyleri hissetmeyebilirim. ama en azından son bir ay içerisinde burada geçirdiğim vakitler şu an böyle hissedebilmeme yardımcı oluyor, bunu söyleyebilirim. kampüsle beraber belirli bir disiplini oturtabilirsem gerçekten zor olduğu kadar insanlarla barışık ve bir şeyleri yapabilmenin vermiş olduğu iyi hislerle geçirilebilecek birkaç yılım olabilir.
son olarak burada yazdığım yine bir şarkı sözünü buraya koyarak bir şekilde kayıt altına alabilmeme yardımcı olacak iki tane paragraf yazdım. bunu başka bir şekilde bağlayabilirdim ama ablamın bilgisayarına yazdığım şiirimsi şeyi daha sonra bestelenmesi üzerine kayıt altına almak için yazdığım bu düşünce akışını daha farklı ifade etmek istemedim şimdi marina'da paris düşerken okuyarak devrimci damarlarımı genleştireceğim. şarkıda da dediği gibi: belki yeniden mersin'i bile severim :)
hiç denizsiz bir şehirde yaşayabileceğini düşündün mü
dalgaların sesini duymadan sabahın erken saatlerinde
deniz senin için uçsuzluğuyla umudun yansımasıdır, bilirim
eskiden zamanı hızlandırmak için her şeyi verebilirdin
şimdiyse onu yavaşlatıp her dakikayı anlamak istiyorsun
böyle olursa yeniden değişebileceğini düşünüyorsun, bilirim
karşında deniz
içinde sevgi
belki başlayabilirsin yeniden
bir yanda uçurum
bir yanda gökyüzü
bir şansın daha var
başlayabilmek için, yeniden.
hayat bir oraya bir buraya sürüklerken akışıyla
bütün bu çaba bir şeylere tutunabilmek içindir
anlayabildiğinde insanları yeniden seversin, bilirim.
bugünlerde mersin'e daha fazla geliyorum. bunun en önemli sebebi sanırım yaşadığım bu değişim ve yenilenim sürecinin buradakiler tarafından da birazcık da olsun anlaşılabilmesi, kendime ayırdığım zamanı anlayabilmeleri, ya da şöyle diyeyim, kendileriyle 24 saat aynı şeyleri yapmamın beni ne kadar bunalttığını görebilmeleri, benim açımdansa diğerlerinin fikirlerini ve düşüncelerini artık onaylamak ve hepsini dinlemek zorunda kalmadan beraber güzel vakit geçirmeyi öğrendiğimi veya öğrenme aşmasına geldiğimi görmem ve bunları gerçekten yaşam tecrübesi olarak yaşayabilmem, belki de en önemlisi gerek benim gerek burada beraber vakit geçirdiğim insanların farklı düşünerek de, farklı algılayarak da beraber yaşayabilececeğimizi öğrenmemiz burayı en azından yeniden vakit geçirebilecek, istanbul dışında nefes alınabilecek bir yer yaptı benim için. özellikle sahildeki kafeleriyle, barlarıyla, yeni hizmete giren marinasıyla ve restoranlarıyla yaşanılabilecek, dinlenilebilecek bir yere dönüştü mersin. tabii çok da fazla bokunu çıkarmamak lazım her şey gibi, daha sonra yaşanabilecek bazı şeyler yine de hayal kırıklığı yaratabilir, aynı şeyleri hissetmeyebilirim. ama en azından son bir ay içerisinde burada geçirdiğim vakitler şu an böyle hissedebilmeme yardımcı oluyor, bunu söyleyebilirim. kampüsle beraber belirli bir disiplini oturtabilirsem gerçekten zor olduğu kadar insanlarla barışık ve bir şeyleri yapabilmenin vermiş olduğu iyi hislerle geçirilebilecek birkaç yılım olabilir.
son olarak burada yazdığım yine bir şarkı sözünü buraya koyarak bir şekilde kayıt altına alabilmeme yardımcı olacak iki tane paragraf yazdım. bunu başka bir şekilde bağlayabilirdim ama ablamın bilgisayarına yazdığım şiirimsi şeyi daha sonra bestelenmesi üzerine kayıt altına almak için yazdığım bu düşünce akışını daha farklı ifade etmek istemedim şimdi marina'da paris düşerken okuyarak devrimci damarlarımı genleştireceğim. şarkıda da dediği gibi: belki yeniden mersin'i bile severim :)
hiç denizsiz bir şehirde yaşayabileceğini düşündün mü
dalgaların sesini duymadan sabahın erken saatlerinde
deniz senin için uçsuzluğuyla umudun yansımasıdır, bilirim
eskiden zamanı hızlandırmak için her şeyi verebilirdin
şimdiyse onu yavaşlatıp her dakikayı anlamak istiyorsun
böyle olursa yeniden değişebileceğini düşünüyorsun, bilirim
karşında deniz
içinde sevgi
belki başlayabilirsin yeniden
bir yanda uçurum
bir yanda gökyüzü
bir şansın daha var
başlayabilmek için, yeniden.
hayat bir oraya bir buraya sürüklerken akışıyla
bütün bu çaba bir şeylere tutunabilmek içindir
anlayabildiğinde insanları yeniden seversin, bilirim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)