şu sıralarda çok fazla okumak, okumak ve okumak istiyorum. bu kaybettiklerimi belki de telafi edebileceğim tek yöntem gibi geliyor bana. hayatı ancak bu şekilde çoğaltabiliyorum. sıradan ve modern hayatın içine hapsolmuş insanların yerine iyi oturtulmuş bir hikayenin karakterleriyle saatlerce vakit geçirebilirim. bunu tercih ettiğim için de zaten bu bunaltıcı 2011 yazını emperyalizmin sığınakları starbucks, nero gibi mekanlarda kitaplarımla geçiriyorum.
terapiye başladım tekrar. bu hafta ikinci seansa gittim hatta. karşımdaki terapisti görünce özellikle son dönemlerde kendi kendime defalarca sorguladığım değerler gözümün önünde somutlaştı. ona abilerden, umut sarıkaya'dan bahsettim. bu ikisini de ilk defa yaptığımız seansta duyduğunu söyledi. evde yaşadığım sorunlara, anomi durumu içerisinde ve derecesinde yaşadığım durumlara da oldukça yabancı duruyordu ve terapinin hakimiyetini elinde bulundurmadığını, sadece notlar alarak beni takip etmeye çalıştığını gördüm. anlamlandıramadım. bir insanın, bir terapistin ülkesindeki genel sosyolojik kavramları bilmesi ve takip etmesi kesinlikle bir zorunluluktur. terapistin insanları toplumsal olarak bu kadar yaygın ve bilinen olguları benim gibi terapinin karşı tarafında epey deneyimli olan biri için oldukça hayal kırıklığıydı. ona hayatıyla ilgili sorular sordum. 26 yaşında olduğunu, 21 yaşında psikoloji bölümünden mezun olduğunu, annesinin de aynı zamanda terapist olduğunu söyledi. bu kadının kesinlikle türkiye'de değil türkiye'nin içerisinde izole edilmiş yüksek tabaka hayatı yaşadığı ve benim gibi bir şekilde sistemin içerisine entegre olamamış veya reddetmiş insanların sorunlarını çözüyormuş gibi yaparak, uzmanmış gibi yaparak her hafta aylık bir yüzme havuzu üyeliği kadar danışanlarından para aldığını, iki koltuk arasındaki farkın sadece ailesel, maddi ve çevresel olduğunu görmek bu insanlara çok ağır dönemler geçirirken duyduğum saygıyı yok etti. bir sürü doktor gördüm, psikolog gördüm ve onların toplum yapısıyla ne kadar az ilgilendiklerini ve ne kadar az bilgi sahibi olduklarını anladığımdaysa bu ülkenin insanları için, geleceği için o kadar olumsuz bakış açıları edindim. daha önce söylemiş de olabilirim belki, bu ülkenin sosyolojik, etnik-kültürel ve ekonomik yapısından kaynaklanan sebepler nedeniyle insanlar "deli" doktorları tarafından iyileştirilmeye, daha iyi hale getirilmeye çalışılmıyor, sadece sisteme entegre edilmeye çalışılıyor. insanlar kendilerinne ne kadar yabnacılaşmışlarsa yabancılaşsınlar, sosyal hayatları ne kadar sakat kalmış olursa olsun vermeleri gereken tepkileri veremeyecek duruma düşerlerse düşsünler, sistem içinde devamlılık sağlayabiliyorlarsa ve rahatsızlıklarının farkında değillerse onlar elbette parmakla gösterilecek, nişaneler edinecek örnek insanlardır!!
yüzme havuzundan bahsetmişken, artık gerçekten şu savsaklığı atlatıp ağustos'un kalanını mümkünse faruk ılgaz'da güneşlenerek geçirmek oldukça iyi olacaktır benim için. yaptığım diyetinse olumlu geçtiği söyleyebilirim. şimdilik 113 (böyle yazınca kendimi kötü hissettim, lakin yaz başında 118 kilo olduğum gerçeği var) kiloyum ve 110'un altına düştüğümde, muhtemelen sadece günlük yaşam ve diyet hakkında bir blog daha açabilirim. artık okul düzeni içerisinde, okula devam etme kararı almış bulunduğum için de kendimi yavaş yavaş hazırlamalıyım neredeyse iki senedir uzak kaldığım okul yaşantısına. bahsettiğim keşke üniversite yaşantısı olsaydı ama lise-devam tarzı bir üniversitede eğitim görüyorum. farklı kişiliklerde yapıcı ilişkiler kuracağınız insanlar yoksa, kültür akışı ve birikimi yoksa, bulunduğunuz branşla alakalı üzerinde çalışılabilecek, gözlemlenbilecek durumlar oluşmuyorsa buna üniversite hayatı demek oldukça saçma. tamam, daha fazla bok atmayacağım, aynı hataları tekrarlamayacağım, uslu bir çocuk olup bir seneyi başarılı bir şekilde bitirip ablamın bana ayarlayacağı staj için bekleyeceğim. hazır şirinler new york'tayken onları görüp uslu çocuk olmanın meyvelerini yerim belki.
bir sonraki karalamalar suçluluk duygusu, sorumluluk, uyum sağlayabilme vs. üzerine olabilir. ben erken uyanacağım birkaç sabahın ardından yine bir şeyler karalarım.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
5 Ağustos 2011 Cuma
trafik ışıklarının anlattıkları ya da bir beyaz yakalı üzerine
beraber kırmızı duvar kağıdıyla kaplı oturma odasına geçiyoruz. kötü bir gün geçirmişiz ikimiz de birbirimizden habersiz. ben aylardır sürekli ertelenen iş görüşmelesinin kötü geçmesinin verdiği moral bozukluğuyla sana kaba davranıyorum. sense akademik kariyerinde uzun süredir mutsuzsun, bulunduğun fakültede istediğin ortamı bulamamışsın. geleneklere korku dolu bir çocuğun annesine sarılışı gibi sarılmış doçentler, ruhsuz ve ne yapacakları hakkında kararsız olan üniversite öğrencileri ve gün içinde kampüste ülkücü bir gençle yaşadığın ve sinirlerini altüst eden o salak olay. toplantılar, projeler nedeniyle kendinden uzun zaman uzak kalmışsın ve kendine yabancılaşmışsın. bugün köprü yolundan il sınırları dışındaki o iki katlı evimize gelirken bunların hepsini fark ediyorsun. radyoyu açıyorsun ve tüccarlar tarafından pazarlanmış yağlı arabesk şarkıları duyup öfkeni bir yerlerden çıkartman gerektiğini düşünüyorsun. evet, kırmızı duvar kağıdıyla kaplı salonumuzdasın şu anda fakat bu salonda yaşadığımız o güzel anıların hiçbiri çağrışmıyor sende. sigarandan bir nefes çekiyorsun ve ölümü düşünüyorsun dalmış bir şekilde. ölüm, nerede, ne zaman mümkün olabilir acaba, daha fazla ne kadar dayanabilirim buna? bu düşünceler kafandan hiç çıkmıyor. aylardır kimseyle ölüm ve yaşam hakkında konuşmadığını farkediyorsun, ve bunun seni ne kadar yıprattığını görüyorsun. yorgunsun, bütün gününü inşaatta tuğla taşıyarak ve sıva yaparak geçiren bir işçi kadar yorgun. saatlerce top oynadıktan sonra evde annesinin kapıyı açmasını beklerken kapı önünde çişini kaçırmış bir çocuk kadar çaresiz ve korkulu. ben salona geliyorum ve televizyonu açıyorum. başbakanın nefret söylemleri ve muhalefetin yapıcı olmayan çıkışlarına bakıyorum ve dizi reklamları başlıyor sonra. düşüncelerinin sis perdesinden önünü göremiyorsun ve son aylarda iletişimimiz o kadar kopmuş ki, anlatamıyorsun bana. farkında olmadan gürültülü bir çığlık atıyorsun ve önündeki su dolu bardağı kırmızı duvar kağıdımıza fırlatıyorsun. bardak parçalanıyor. ne oldu diye soruyorum. birbirimize bakıyoruz ve gözlerimize anlam vermeye çalışıyoruz. bizi birbirimize bağlayan şeyi yaşıyoruz birkez daha. o sana gerizekalı aşıkları tiye alarak verdiğim bir avuç dolusu ot geliyor aklıma.
"bunlar senin için"
ve öpüşüyoruz. sanki ilk defa bir kızın elini tutan bir çocuk gibi tutkuyla öpüyorum seni. ellerimi saçlarında gezdiriyorum. sen de bir yandan soyuyorsun beni, gömleğimi çıkarıyorsun. hiç, ama hiç konuşmuyoruz tek vücut olmak istiyoruz sadece. dışarıdan trafiğin rahatsız edici gürültüsü geliyor, açık kalan televizyondansa reklam jenerik müzikleri. eteğinin altından külodunu indiriyorum, sense pantolonumu çözüyorsun. üzerime çıkıyor ve gidip gelmeye başlıyorsun, bir yandan da vuruyorsun bana. ikimiz de erkenden boşalıyoruz. ve sen ağlamaya başlıyorsun.
"neden yeniden başlayamıyoruz, neden şu salak şarkılarınla şu salak grubunu kurup bok gibi para kazanmıyorsun?"
susuyorum, söyleyecek bir şey bulamıyorum. vücutlarımız terli, sarılıyoruz birbirimize, bir mucizzeyi arıyoruz vücut sıvılarımızın birleşiminde. sonra fakülteye majör depresyonunu mazeret olarak bildirip bir rapor sunmaı teklif ediyorum. önümüzdeki altı ayı sadece avrupanın dört bir yanını gezerek ve yeni yaşam tecrübeleri edinerek devam edebiliriz diyorum sana. yeni mucizemizi bulmuşuz ve birbirimizi ne kadar özlediğimizi anlıyoruz. eğer aşk varsa, bu bizim hissettiklerimizdi.
----------------------------------
geniş düzlükten ara sokağa sapınca geldiğimiz yönün aksinde olduğumu anladım. john her zaman bir sünepeydi. aynı zamanda işe yaramazdı da. çok kafaya taktığını biliyordum ve ona eziyet ediyordum. ben tam bir fahişe avcısıydım.
-sana bu kadarını da ben veriyorum. 4. ayın sonunda tekrar hesaplaşırız.
-siktir dostum. bu kadar adileşmek çok anlamsız. biraz bırak sadece.
-neyse, ben biraz çekmek istiyorum. sen de ister misin hank?
-sen tam bir bağımlısın. ne sik yutacağını bilmeyen bir zavallı.
yumruklaşmaya başladık. azgın boğalar gibiydik. onu hiç gözüm tutmamıştı. hiçbir boka yaramadığını ne zaman anlayacaktı ki. düşündükçe anlamsızlaşıyordu varlığı. şu posta ofislerinde çalışan ve sekreter yavrulara vahşi hayvanlar gibi asılan 31cilerden farkı yoktu.
onu bıraktım ve iki sokak ötede marillon'u gördüm. bu şey tam bir fıstıktı. yakınlaştık ve birbirimizi tanıdık.
-hey marillon!
beni çekti ve çiftleşme dönemindeki vahşi hayvanlar gibi birbirimizi tarttık. şantiyeye girdik. güneş batıyor ve gölgeler büyüyordu. gömleğimi çıkardı, ben de onun sütyenini kopardım ve memelerine olan özlemimi gösterdim. dışarıdan bakınca tam bir fahişeydi, evet öyleydi.
-bir kaybeden gibi becer beni hank.
siktir. 6 aylık kira borcum ve bankadan çektiğim krediler geldi aklıma. böyle olmak zorunda mıydı. yeniden o sikik büroya girmek, ağız kokularını çekmek istemiyordum. içine girdim ve sertçe davrandım ona. saçlarını doladım elime. o boşaldığında sanki bir şeylerin farkına varmıştım. ben de farkına varmalıydım. sadece boşalmalıydım, o kadar.
"bunlar senin için"
ve öpüşüyoruz. sanki ilk defa bir kızın elini tutan bir çocuk gibi tutkuyla öpüyorum seni. ellerimi saçlarında gezdiriyorum. sen de bir yandan soyuyorsun beni, gömleğimi çıkarıyorsun. hiç, ama hiç konuşmuyoruz tek vücut olmak istiyoruz sadece. dışarıdan trafiğin rahatsız edici gürültüsü geliyor, açık kalan televizyondansa reklam jenerik müzikleri. eteğinin altından külodunu indiriyorum, sense pantolonumu çözüyorsun. üzerime çıkıyor ve gidip gelmeye başlıyorsun, bir yandan da vuruyorsun bana. ikimiz de erkenden boşalıyoruz. ve sen ağlamaya başlıyorsun.
"neden yeniden başlayamıyoruz, neden şu salak şarkılarınla şu salak grubunu kurup bok gibi para kazanmıyorsun?"
susuyorum, söyleyecek bir şey bulamıyorum. vücutlarımız terli, sarılıyoruz birbirimize, bir mucizzeyi arıyoruz vücut sıvılarımızın birleşiminde. sonra fakülteye majör depresyonunu mazeret olarak bildirip bir rapor sunmaı teklif ediyorum. önümüzdeki altı ayı sadece avrupanın dört bir yanını gezerek ve yeni yaşam tecrübeleri edinerek devam edebiliriz diyorum sana. yeni mucizemizi bulmuşuz ve birbirimizi ne kadar özlediğimizi anlıyoruz. eğer aşk varsa, bu bizim hissettiklerimizdi.
----------------------------------
geniş düzlükten ara sokağa sapınca geldiğimiz yönün aksinde olduğumu anladım. john her zaman bir sünepeydi. aynı zamanda işe yaramazdı da. çok kafaya taktığını biliyordum ve ona eziyet ediyordum. ben tam bir fahişe avcısıydım.
-sana bu kadarını da ben veriyorum. 4. ayın sonunda tekrar hesaplaşırız.
-siktir dostum. bu kadar adileşmek çok anlamsız. biraz bırak sadece.
-neyse, ben biraz çekmek istiyorum. sen de ister misin hank?
-sen tam bir bağımlısın. ne sik yutacağını bilmeyen bir zavallı.
yumruklaşmaya başladık. azgın boğalar gibiydik. onu hiç gözüm tutmamıştı. hiçbir boka yaramadığını ne zaman anlayacaktı ki. düşündükçe anlamsızlaşıyordu varlığı. şu posta ofislerinde çalışan ve sekreter yavrulara vahşi hayvanlar gibi asılan 31cilerden farkı yoktu.
onu bıraktım ve iki sokak ötede marillon'u gördüm. bu şey tam bir fıstıktı. yakınlaştık ve birbirimizi tanıdık.
-hey marillon!
beni çekti ve çiftleşme dönemindeki vahşi hayvanlar gibi birbirimizi tarttık. şantiyeye girdik. güneş batıyor ve gölgeler büyüyordu. gömleğimi çıkardı, ben de onun sütyenini kopardım ve memelerine olan özlemimi gösterdim. dışarıdan bakınca tam bir fahişeydi, evet öyleydi.
-bir kaybeden gibi becer beni hank.
siktir. 6 aylık kira borcum ve bankadan çektiğim krediler geldi aklıma. böyle olmak zorunda mıydı. yeniden o sikik büroya girmek, ağız kokularını çekmek istemiyordum. içine girdim ve sertçe davrandım ona. saçlarını doladım elime. o boşaldığında sanki bir şeylerin farkına varmıştım. ben de farkına varmalıydım. sadece boşalmalıydım, o kadar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)