12 Temmuz 2011 Salı

hiçkimseye şarkılar

aslında yarım saat öncesine kadar bir şeyler yazmış olmaya başlamam gerekiyordu. ama bu zamana kadar geçen süreyi illegal acılarımın sızılarıyla geçirdim. evet, bu hayat benim. gidecek bir yer, telefon açacak biri, sevişilecek bir kadın, izlenecek gündoğumu, bir şeyler paylaşılacak insanlar, kesin olduğuna inandığım doğrular, geçmişten elde edilmiş başarılar, bir şekilde ailenin vermiş olduğu o aitlik hissi, ulaşılamaz ve düzgün karakteriyle soyluluk hissi veren tanıdıklar, beraber paylaşılan geçmişin üzerimize mavi bir gökyüzü gibi yayıldığını hissettiğim insanlar yok. sadece şu an içerisinde bulunduğum yerden tahminen 15-20 metre yükseklikte ve 30-35 derece sıcaklığa sahip olduğunu tahmin ettiğim 120 m2 ev, vücudumda fazladan 20litrelik iki dolu damacana taşıyan ben, insanda her şeyin yok olması isteğini uyandıran güne başlangıç noktası olan ölümün ağırlığını üzerine çektiği öğleden sonraları, ağızda oldukça ekşi ve çürük bir tat bırakan artık anlamsızlaşmaya ve dolayısıyla herhangi bir işleve sahip olmamaya başlamış derin bir yalnızlık, 9 senelik akp hükümetinin etkisiyle yavaş yavaş daha fazla içe kapanmış, ayrılmaya başlamış ve muhafazakarlaşmış hastalıklı toplum, muhtemelen siyasi sebeplerle birilerinin rant kapısı edilmeye çalışılan ve "şike" bahane edilerek ters-düz edilen çocukluğumdan beri bana kalan tek şey olan fenerbahçe'nin kaotik hali, derin nevrozlara yakın sinirsel durumlar geçiren güvensiz, histerik, uzlaşmaz ve negatif enerjilerini bütünlüğüyle bana yansıtan iki sorunlu anne ve baba, günün her saati güneşin ve hafftaiçinin anlamsızlaştırıp işlevsiz hale getirdiği ingilizce kursu, artık neredeyse bırakmaya karar vermiş olduğum fiziki olarak önemli bir sorumluluk ve zaman isteyen tiyatro kumpanyası ve gerçekten kaybeden insanlar, bir de gittiğim zaman dere-tepe gezip saçmasapan zırvalarla kafamı doldurup çeşitli büyüklükte sinir krizleriyle döndüğüm bir mersin var.

bir de gitar var.

tam olarak gitar çalmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. sanırım evde bulunan sahipsiz orgun bunda çok büyük etkileri var. 3 sene önce evimizin yakınlarındaki o ufak müzik evine gittiğimde aslında org çalmak için gitmiştim. daha sonraysa aslında gerçekten org çalıp çalmak istemediğimi oradaki kişilerin bana bir şekilde sormasıyla ve gitar çalmaya teşvik etmesiyle ben yine en ufak durum farklılıklarını dert edip küçük bir karşı çıkış yapmıştım. tabii ki bu gitarın maliyeti üzerine endekslenmişti. aylık ders ücretine tekabül eden enstrümanın neden bu kadar önemli bir maliyeti varmış gibi kendi çapımda sorun haline getirmem de dünyayı ne kadar az tartabildiğimin ve aile bütçemle alakalı gerçekten hiçbir sorumluluğumun olmadığımın göstergesidir sanırım.

sonerle ilk tanışmamız aynı zamanda gitarı 2. ya da 3. kez elime alışıma denk gelir. yaşlarımız da birbirine yakın olduğu için pek tabii arkadaş ta olmuştuk. ona yavaş yavaş kendi kişiliğimle veya hayatımla alakalı açıklar ya da bilgiler vermeye başlamıştım. o da bana kendi günlük hayatından bahsetmeye ve duygularını açığa çıkarıp benimle yapıcı diyaloglar kurmaya yani bana karşılıklar vermeye başlamıştı. bir gün dersimiz bitti ve yarım saat kadar bana bir şeyler çalmasını söyledim. kabul etti ve seçtiğim parçalar arasından bana bir şeyler çaldı. daha sonra ona kendi bestelerinin olup olmadığını sordum ve o da bana 50'den fazla bestesi olduğunu söyledi. kendi bestelerinden birini de çaldı o gün bana ilk defa. sanıyorum -di'li geçmiş zaman'dı şarkısının adı.

açıkçası bu 2.5 senede ben gitarla alakalı çok fazla bir şey öğrendiğimi söyleyemem. hoş sada'da geçirdiğim 1 yılın sonunda orada iyi arkadaş olduğum ders veren gencin ayrılmasıyla beraber ben de o küçük dükkana artık daha fazla gitmeme ve derslerimi onunla beraber yapma kararı vermiştim.

soner'le bizim evde dersleri ilerletmeye devam ettik. ama ilerlemiyordu bir şekilde. benim gitara karşı hala önyargılarım vardı ve bunlar düzenli egzersizler yapmama ve işin ciddiyetini anlamama engel oluyordu. bir yandan devam ettiğim drama kulübü'nün bana verdiği duyguları açığa çıkarma yöntemlerini kullanma ve ifade biçimlerini doğru şekilde geliştirme, aynı zamanda itüsözlük'te düzenli olarak yazdıklarım bende kurgular oluşturabilme yetisini ve hikayeler anlatma becerisini kazandı ve yaratıcılığımı belirli bir düzene oturttu. kulağımda kulaklıklarla yaşımın 19 olmasının getirdiği bütün o ağır depresyonun izlerine rağmen olumlu anlamda oluşan o boşvermişlik, psikolojiyle, felsefeyle, edebiyatla, dvdlerle geçen süreç bana çevreyi gözlemleme yeteneğini ve hayalgücünün derinliklerini keşfetmemi sağladı. elbette hayatımda olumsuz pekçok şey de varolmaya devam ediyordu ama bunların birbirini beslediğini kesinlikle görüyorum ve farkındayım. öğrenme süreçlerinde çeşitli aksaklıklar elbette olur, özellikle hayatınızı şeylerin içine katarak bir şeyler öğreniyorsanız doğru ifadeyle yaşayarak öğreniyorsanız deneme yanılmanın getirileri ve götürüleri kaçınılmazdır.

bu bir yandan pasif olarak görünse de duygusal manada son derece üretken ve değişim içinde olan yaşam maddi anlamda kendisine yer bulma isteğiyle ortaya çıkmak istemesi neticesinde bunun kendim oluşumla nasıl meydana getirebilirimle düşünmeye balkayınca şiirler yazmaya koyuldum. yazdığım ilk şiirin adı pazar gecesi sürpriziydi galiba. ilk deneyimlerde kafiye oturtmaya ve etkileyicilik açısından anltımda sürekli aksiyon türevine başvuruyordum. sonrasında şiir biçeminde öyküler ve duygudurum tasvirleri yapmaya başladım. öte yandan soner'i gözlemliyordum. çalışmaya başlamadan önce akor geçişleri yapıyordu ve bu gözlemleri yaparken aslında ham bir kayıt yapmanın çok da zor oolmayacağını düşündüm. soner'in dinlediği mzikler ve gitarıyla çıkardığı bütünleşik sesler benim yazabileceğim dizelere uygun gelebilirdi. bunu gördükten sonra uzun süredir kafamda hazırladığım "sen seçtin" adlı şiiri dakikasında kağıda döküp sonerle ilk buluşmamızda ona gösterdim. kasıtlı olarak hece ölçüsüne benzer bir biçemde yazmıştım. ben şarkının girişini yaptıktan sonra soner ona uygun girişi akor serilerini buldu, dizeleri düzenledi ve ilk bestemizi yapmıştık bile..

gri yol kenarı, ıssız okul bahçesi
öfkeli çocukların tepkili sesi
aslında güzel şeyler anlatabilirdi
böyle olmasını sen seçtin

ilk dizeden de anlaşılacağı gibi saf ve çocuksu (18-19 yaş tribi) bulunan bu besteden sonra ben daha önce röp. adlı güncemde belirttiğim diğer parça isimlerine nasıl uygun sözler yazarımı düşünmeye başladım. şarkıların öyküleri kafamda vardı, geriye onların sözlerini uygun biçimde yazmak kalıyordu. lakin belki henüz o kadar iyi hikaye anlatıcısı olmadığımdan veya diğer şarkı bütünlükleri içime sinmediğinden sadece iki şarkı projesinin sözlerini yazdım. bunlar, rockhorn ve herkes kendi için yaşardı. bu parçaları yine kendi yaptığım girişlerle ve sonerin onları gitarla düzenlemesiyle iphone'a kaydettik. şarkı sözlerinin belirli yaşanmışlıklar ve yoğun duygular içermesi, sonerin gitarını ve sesini kırılgan şekilde kullanması şarkıların genel olarak biçemini oluşturuyordu. ben sert şarkılar çıkaracağımızı düşünürken, (sen seçtin'i ilk yazdığımızda çok farklı beste olacağını düşünüyordum) dürüst olmak gerekirse böyle olmasını isterken, belki bir çeşit intikam duygusuyla, şarkıların bu şekilde çıkması başlarda beni rahatsız ederken aslında bunun sonerle arasındaki sentezin sonucu olduğunu, benim şarkılarda tek belirleyici olamayacağımı kabul ettim. yine de ilk şarkılar arasında daha doğrusu ilk proje içinde freud haklı gibi karşı cinse olan arzunun ketlenmesini ve kişinin yabancılaşmasını anlatan veya antalya-mersin gibi mizah-gözlem etkili şarkılar da çıkarmayı becerdik. ilk proje için 9 şarkı ve 1 cover öngörmüştüm lakin tüm şarkıların ham kayıtlarını aldıktan 1 sene sonra "aşk" isimli bir şarkı daha kaydettik bunun anlatılan hikayeye oldukça uygun bir son olduğunu gördükten sonra bunu da içine katma kararını aldık. dolayısıyla ilk proje alfabetik olarak:

antalya mersin
aşk
aşkım kronik
belki yeniden
durdurmam zamanı
freud haklı
herkes kendi için yaşar
okyanus
rockhorn
sen seçtin

isimli ham kayıtlardan oluştu. şimdi tekrar şarkılara göz gezdirince son derece histerik ve varoluşçu nitelikler taşıdıklarını söyleyebilirim.

biz tabii neredeyse her 10 günde bir yeni kayıtlar yapmaya devam ettik. birbirini takip eden günlerde yaptığımız ve sözlerini benim genel yaşamımdan aldığı için diğer şarkılar önceki şarkılarla bağlantılıydı dolayısıyla projeler bir öncekilerle direkt olarak organik birer bağa sahiplerdi. 2. proje için yaptığımız diğer 9 şarkıysa, daha doğrusu ham kayıtsa şöyle:

2007
bir parça aşk
bir yalancı
bugün
herhangi bir gün, herhangi bir mevsim
referandum
rutin
sessiz kalmaya ihtiyacım var
son kez kaybedeceksin

aslında yapılan projeleri kasıtlı olarak 9 şarkıda tutmamın nedeni her iki proje içinde birer yeniden yorumlama düşünmemdi. ilk proje için "oh olsun" ikinci proje içinse mizah unsurunu kaybetmemek açısından oluşturacağımız projeninin kişiliklerimizi yansıtmasının sonuçları açısından "ah dede vah dede" yeniden yorumlanması planlanan parçalardı.

3. projedeyse kazandığımız tecrübelerin getirdiği güven ve benim yavaş yavaş depresyondan çıkışımla şarkıların vizyonunun arttığı bir proje oldu. yine diğer iki projeyle de organik bağları vardı. bu üçünü topladığımız zaman ben aslında genel olarak "kaybedenin hikayesi" adını veriyorum. 17 yaşında hayatının içinde bulunan katmanların (sistem, aile, sosyal çevre vs..) her köşesinden yoğun baskıyla, küçük düşürülme, değersizleştirilme, yabancılaşma, kişiliğe saldırı gibi her biri insanın hayatını ciddi şekilde etkileyebilecek unsurların arsında kalıp ölüm düşüncesi, majör depresyon ve obsesyonlar, yalnızlık arasında geçen senelerin ikinci evresinde yine aynı durumların etkisinde bir yandan kendini varlama telaşıyla mücadele ederken öbür yandan bu mücadelenin getirdiği sözlerin somut olarak "şarkı"lara dönüşmesi somut olarak ortaya çıkışın göstergesidir aslında. bu mücadele içinde 1.5 sene boyunca içinde bulunduğum drama kumpanya kurumunu büyük ihtimalle maddi koşullar neticesinde bırakacak zorunda olmam fedakarlıkta bulunmamsa yine almış olacağım kırılma noktası kararlarından birisi olacak. neyse işte, 3. projede alfabetik olarak şöyle:

bir avuç dolusu şeker
çam ağacı
istanbul'un fakir ve çirkin insanları (bestelenmedi)
kendini affet
mutlu musun (bestelenmedi)
onlara sen dokundun
prenses
sen neden
yeni bir hayat
yol

yine candan erçetin'İn onlar yanlış biliyor isimli şarkısını yeniden yorumlamak amacıyla bu projeye de düşünüyorum tabii. aşk da bestelendiği dönem itibariyle buraya gelebilir.

sonuç olarak ortada somut olarak bir şey yok. bunlar bizim sadece 1 veya iki gitarla iphone a yaptığımız kayıtlar. çok yakın çevrelerimiz dışında kimselerle de paylaşmış değiliz. bu şekilde kullanılabilirler, kullanılmayabilirler de. soner bazen bana bazı şarkıları kendi grubuyla kullanmak istediğini belirtiyor, eğer birgün albüm çıkartırlarsa -ki bu kesinlikle benim gitarla ilişkilerime bakılacak olursa benden önce olacak bir şey- teliflerinde ismim olması dışında herhangi bir şey talep etmem. aksine bir gün ben kullanırsam, benim içimde olduğum bir oluşum kullanırsa güzel bir avantaj olur. biz yine düzenli olarak bir araya gelmeye başladık ve üretmeye devam edeceğiz. tabii ki şarkıların öyküleri değişecek, ilham kaynakları değişecek, üslubumuz değişecek.

unutmadan son yaptığımız iki kayıt:

güneş yanığı
bu yüzden.

işte böyle, hiçkimseye şarkıların başlangıç hikayesi.

3 Temmuz 2011 Pazar

yazmak..

uzun zamandır buraya herhangi bir kayıt girmedim. ama bu yazmadığım anlamına bir şekilde gelmemeli tabii. her ne kadar itü sözlük'ten 1300 küsür girimin aniden silinmesiyke beraber şutlansam da, buraya şu ligtvnin açtığı dava neticesinde yasaklanışının ardından girmesem de, ya da girerken sürekli tembellik etsem de ucuz edebiyat örneklerini çeşitli mecralarda sergilemeye devam ettim tabii. bu kah ingilizce gramer kitabının arka kapağı oldu, kah yemek tepsisyle beraber gelen reklam kağıdının arkası oldu. şu öğrencilik deneyimine iğrenç bir şekilde ara verme durumunda kalınca defter tutma durumum da sıfırlandı. böyle garip garip yerlere şarkı sözleri ve duygudurum tasvirleri yazdım sürekli. itiraf etmeliyim, aslında bu işlerde iilk başladığımda biraz daha iyiydim. tabii ki en başlardan bahsetmiyorum, birkaç deneme yazısından sonra şiirlerim belli bir düzene ve ahenge girmişti ve gerçekten çok fazla bir etkilenme görülmüyordu, onların altına imzamı güvenle atabilirim. daha bir naifler ve gerçekten daha çok insan ruhuna o saflıkla dokunuyorlar.

şimdi yukarıdakilere şöyle bir bakınca, sbs türkçe paragraf sorularının metinlerine benzemiş, pehh.

varolan süreç içerisinde biraz pisliğe bulandığım için, ya da daha doğrusu pisliği uzaktan gözlemleyebildiğim ve onun tasvirini daha rahatlıkla yapabildiğim için o eski saflık yok yazdığım dizelerde. o büyük haksızlıklara uğramış, hayatta defalarca çaldığı kapılar birbir açılmamış veya üzerine kapanmış kapıların ardında büyük bir hayalkırıklığı bolca anksiyete, obsesyon ve depresyonla
oturduğu yerde sadece ağlayan, herhangi bir açıklama getiremeyen ve sadece kendini suçlayan o zavallı, büsbütün dünya karşısında ufak ve ezilip kalmış,yorgunluk şarkılarıyla geçen günlerini kurumuş gözyaşlarıyla umutsuzca geçiren zamanın farkında olmayan çocuk, ilk genç yok artık. buna "yok artık" demek yanlış bir ifade olur aslında, daha doğru şekli artık tamamen bunlardan bir araya gelmiyor oluşumdur. eskiden sadece bunlardım, şimdiyse büyük bir parçam bunlar benim. onları taşıyorum ve artık onlar sayesinde mi demeliyim, yoksa onlar nedeniyle mi demeliyim bilmiyorum ama dünyaya daha realist ve daha farkındalıkla dolu gözlerle bakıyorum. yaşadığım olayların, durumların toplumsal izlerini farkedebiliyorum ve uzaktan olayı gözlemleyebiliyorum. o zaman tekrar anlıyorum ben sadece özel tek kişi değilim bunları yaşayan. daha fazla insan tanıdığımda daha açık görüyorum, bu tanıma faslı kişiden kişiye göre değişir, elbette dünyada her istediğine sahip olmuş, mükemmel burjuva ailesiyle mükemmel iletişim becerileri ve arkadaş çevreleri edinmiş, insanlara yukarıdan bakan kendi bencil hayatında yapması gereken her şeyi yapmış olmanın "haklı" gururunu duyan eğlence anlayışı hazdan, duyusal fantezilerden ibaret olan kısacası bu sistemin kanatlandırıp yeryüzü meleği haline getirmiş, iyi okullarda okuyup, mükemmel tatiller yapabilme olağına erişen o güzel, zengin ve özgür insanlardan bahsetmiyorum. ben, özellikle bugün ağır kapitalist düzenin her türlü imkanı bu insanların yüzlerine kapattığı, kanadını kırmış insanlarını daha fazla anladığımı ve onlardan daha fazla şey öğrendiğimi görüyorum, hissediyorum, iliklerime kadar. biz, daha doğrusu dünya kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu olduğu sürece içindeki özlemlerle yanıp tutuşan, acı çeken, başaramayan insanlar, yani kaybedenler var olmaya devam edecekler. daha fazla eğitim isteyecekler, daha fazla yaşama alanı isteyecekler, daha iyi yiyecekler, özgürlük, seks, iyi iç çamaşırları, tabii ki buhranlı dönemler için psikologlar, felsefe, başarma duygusu, onurlandırılmak, bilgi birikimine sahip olmak, birkaç yabancı dil, eğitim imkanı, yurtdışı tücrübesi, belki birkaç kaliteli içecek daha temiz ve büyük evler, daha güzel arkadaşlar, belki bir yüzme havuzu ya da tek tanımla belirli standartlar. tüm bunlar sahip olamayan çoğunluğun ruhunu alevler içinde yakar. tabii ki, politikacılarla, popstarlarla, gündüz kuşağıyla yeteri kadar uyuşturucu alan insanlar. kurabildiği minik hayallerle hayatına katlanmaya devam ederek bir şekilde 50-60 sene yaşayıp birkaç mutlu an bırakırsa kendini şanslı sayıp göçüp gidiyorlar tabii arada bazı bireyler çıkıp "keşke daha özgür olsam" "kendimi tutuk hissediyorum ne yapabilirim" gibi söylemlerde bulunup o içlerindeki fırtınaları bir nebze olsun açığa çıkarıyorlar. dışarıdaki vahşi yaşam, henüz 20li yaşlarının başında güzel sayılabilecek, özgüvenini tamamen yitirmiş ve kaybedecek hayallerinden başka bir şeyi kalmayan, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış ve hayatından bir kaçış arayan, allah'ım bana bir yol göster diyip yakarışlarda bulunan masum ve bir kıza "dışarıdan nasıl görünüyorum söyler misiniz?" diye sordurtabiliyor. bunu bir önceki sıfatların hepsine sahip olma şansına sahip olan biri nasıl anlar acaba, bu soru bir tokattır ve zamanın şu anda en büyük hastalığının birkaç kelimeyle vücut bulmuş halidir.

ve elbette biraz mizah, epey mizah. paylaşım. belki biraz sevgi, aşk. gündelik hayat. hayatlarımızın nelerle dolu olduğu ruhumuzda iz bırakan yaralarla ortaya çıkıyor. yakında ciddi olarak diyet yapmayı düşünüyorum, o zaman sadece geçen zamanın diyet üzerindeki etkisiyle alakalı bir blog daha açıp daha genel, misal sebzeler üzerinden, hava durumunun diyetime yaptığı etki üzerinden falan bahsetmek isterim. böyle şeylerle satırları doldurduğuma bakma, aslında mükemmel bir mizah anlayışım vardır. insanlar ne ekerse onu biçer ve yaşadığınız yerin yakınlarında bir mezarlık varsa, hava sürekli fırtınalıysa pek de güzel şeyler ekmek istemiyorsunuz. hepsi bu.